28 Aralık 2009 Pazartesi

Güdük Diyalog



“Söyle bakalım, 2009 nasıl bir yıldı?”
“Güdüktü.”
“Bana o kadar da kısa gelmedi.”
“Güdük yıllar insana hep uzun gelir zaten.”
“Niye?”
“Güdüklüğün unsurları bilinenden fazladır.”
“Ne kadar fazla?”
“Kapı önünde kalma, gel içerde konuşalım istersen.”
“Isırır mı?”
“Kolay kolay ısırmaz. Baksana, uyuyor zaten…”
“Aşıları tamam mı?”
“Tamam...”
“Sen yine de onu kenara çeksen iyi olur.”
“Bu tarafa gel Miskin, amca senden korkuyor. Şimdi oldu mu?”
“Evet, oldu. Başka nesi vardır?”
“Neyin?”
“Güdüklüğün…”
“Eksiklik... Tamamlanmamışlık... Yetersizlik... Verimsizlik...”
“Anladım, gerisi kalsın…”
“Olmaz… ‘Güdük yıl’ tanımını güdük bırakamam: Gelişememişlik... Sonuçsuzluk... Bir yandan kesiklik... Diğer bir yandan kopukluk… Dolayısıyla, geniş spektrumlu bir keyifsizliktir…”
“Yaşanan yılın güdüklüğü, insana bulaşır mı?”
“Haliyle...”
“Ne kadarı bulaşır?”
“O senin direncine bağlı.”
“Çaresi var mı?”
“Tabii ki… Güdüklere prim vermezsin, olur biter.”
“Zormuş be… Senin köpek ayaklandı, sakın beni ısırmasın…”
“Çişi gelmiştir.”
“Bir sorum daha olacak ama cevabından korkuyorum.”
“Korkma, sor.”
“Bir ömrün kaç yılı güdük geçerse, o ömür güdük sayılır?”
“Güdük geçmeyen kaç yılın oldu? Sen onu söyle bana.”
“Uykuda ve tuvalette geçen zamanlar sayılır mı?”
“Sayılmaz.”
“Kötülükleri hemen unuturum, bu işe yarar mı?”
“Hiç sanmam…”
“Bir on yıl kadar yurtdışındaydım.”
“Hangi ülkede, hangi konumdaydın?”
“Zengin bir ülkede, şöyle böyle konumdaydım.”
“Geri kalanı?”
“Bilmezmiş gibi konuşma, geri kalanında buralardaydım…”
“Yetmez... En az 25 yılını güdüklükten kurtarman gerekirdi.”
“Tuhaf, emeklilik için istenen prim ödeme süresi de o kadar.”
“Her neyse, şimdi işim var, sonra konuşuruz. Miskin’i gezdirmem lazım.”
“Bu köpek neden üzerime doğru geliyor?”
“Seni güdük bulmuş olabilir.”
“Sözlerin ağır olmadı mı?”
“Alınma, o bazen beni de güdük bulur. Şakalaşıyoruz işte... Kapının önünde durarak yolunu kesiyorsun. Onu biraz daha geciktirirsen, paçana işer…”
“Tamam, çekiliyorum yolunuzdan… Bunun bacakları da bayağı kısaymış birader.”


20 Aralık 2009 Pazar

Yılsonu Hindisinin Vasiyetnamesi


Ecelime ramak kaldığının farkındayım. Artık itiraf edebilirim. Evet, benim gerçek ismim, “Yılbaşı Hindisi” değildir. Bilinenin tam aksine, “Yılsonu Hindisi”dir. Çünkü biz hindiler, yılbaşı nedir bilmeyiz, havai fişek patlatmalı geri sayıma sıra gelmeden yenilir, yutuluruz.

Ayrıca, türümüz için anlam taşımayan bir adı, kendimize niye yakıştıralım ki? İşte bu nedenle iddia ediyorum, “Yılbaşı Hindisi” birleşik ismi, yılsonunu hiçe sayan, yaşlanma korkusunu bastırmak için kendini neşelenmeye zorlayan yılbaşı insanı tarafından türetilmiş bir safsatadır.

Şimdi bana, “Sana ait olmayan bir ismi, bu güne dek neden taşıdın?” diyebilirsiniz ama işin aslı ve tüyü, hiç de zannettiğiniz gibi değildir. Yasal haklarımın hep farkındaydım, mahkeme kararıyla ismimi değiştirebilir, kemik yaşımı küçültebilirdim. Ancak cesaret edemedim.

Hukuk pratiğinde iki yılbaşı arasında karara bağlanmış, kaç asliye hukuk davası vardır ki? Diyelim dava sonuçlandı, peki bunun Yargıtay sürecini kim takip edecek? Bırakın beni, zürriyetimi temsil edenlerin de ömrü yetmezdi, geciken adalet sürecine. İyi ki aramızda Dev-Solcu bir hindiyi hiç barındırmamışız. Yoksa 28 yıl süren davanın sonucunu tebliğ ve infaz edebilmek için ruh çağırma seansları gerekirdi. Çağrılan hindi ruhunun gelip gelmeyeceğini, yılbaşından önce bilmem tabii ki mümkün değil. Oraya gidince sorarım.

Bu arada, hukuki başka acayiplikler de fark ettim. Alabildiğine genel bir haksızlığa karşı kazanılmış davaların, yalnızca dava açan kişiyle sınırlı sonuç yaratması gibi örneğin... Haksızlık etme eylemi toptan uygulanıyordu da, haksızlıktan kurtulmaya, neden teker teker izin veriliyordu? Hal böyle olunca, isim değişikliği davasını kazanmamın, türüme kalıcı bir yarar sağlamayacağından en ufak bir kuşkum kalmadı.

Beni yetiştiren çiftlik sahibi de benzer bir sorundan dertliydi. O ve diğer mağdurlar, şişirilen telefon faturalarıyla fazladan ödetilen hiçbir tutarı geri alamamışlar. Kurumsal kazıklamalardan hesap soruşun bireyselleştirilmesi, çok kârlı bir işmiş. Adliye koridorlarında sürünmek istemeyen bir sürü insan, üste para vermeye bile razıymış. Haybeden kazanç, muhasebe kayıtlarında, “Bezdirilmiş Abone Kârı” hesabına kaydediliyormuş galiba.

Aslında saçmalıyorum. Bana ne insanların sorunlarından? Yalnızca midelerini düşünmeyi bırakıp hayatlarını çekilmez kılan dertlerine eğilsinler. Yanılıp da, son arzumu sorarlarsa, dünya gözüyle bir yılbaşı kutlamasına katılmayı mı istemeliyim? Evet, bu çok iyi bir fikir... Yılbaşı geçince, hindi yemek akıllarına bile gelmez nasılsa.

Son demlerimi yaşadığım şu günlerde, ismimin dışında yeni bir sıkıntı daha edindim. Palazlanmam için bana bütün olarak yutturulan iri cevizlerden mustaribim en çok. Çiğnemeden ceviz yutmaya zorlanmaktan, reflü sahibi oldum. Ayrıca boğaz mukozamda da tahriş var…

İnsanlar âleminde adalet olmadığı gibi, hayvanlar âleminde de adalet yok. Kutsal hayvanlar listesine giremememize ne demeli? Üstelik burç hayvanları arasında da yokuz. Kutsal sayıldığı için kesilmeyen ineklere öyle gıpta ediyorum ki, anlatamam… Hindistan’da kutsal hindi olarak yaşamak, ne şahane olurdu…

Hiç değilse, kolektif görünümlü mitolojik hayvanların bir parçası olabilseymişiz. Üst parçası ama… Mesela, altı kanguru, üstü hindi, bir mitolojik Tanrı... Meğerse haram hayvanlar bile hindilerden iyi koşullardaymış bazı coğrafyalarda. Yüzlerine bile bakılmıyormuş. Ya maymunlar? Tapınak ziyaretçilerini soyup soğana çevirmelerine karşın kılına dokunulmayan maymunlar…

Yetiştirildiğim bu ülkede ’70’li yılların sonuna kadar iki farklı imajımız olduğunu yeni öğrendim. Kabaramamakla ve çirkinlikle suçlanmamız bir yana bırakılırsa, “Bir baba hindi, hey Allah” biçiminde başlayıp, indili bindili süren, “Yallah, yallah, hey Allah” diye biten bir tezahüratta, sportif gücü temsil etmişiz yıllarca.

Yılbaşı kutlama alışkanlığı, baskıcı mahalle bilincine bile yerleştiği için mi itibar kaybettik? Ne bileyim? Belki de temel sorun, uçma tembelliğimizdir. İnsanlık tarihinde güneşe doğru uçan bazı kuşların ve gün batımında doruğa tırmanıp karartı biçiminde poz veren keçilerin kutsal sayıldığı aşikârsa, bir hindi olarak bundan biz de yararlanabilirdik.

Yemlenerek yaşamaya alışmak, yalnızca zorda kalınca kısa mesafeleri alçaktan uçmak, bize pahalıya mal oldu sanırım. İbret alınacak bir durum… Bizim durumumuza düşmek istemeyen insanlar, geçimlerini kendileri sağlamalı, uzak mesafelere yüksekten uçmalılar öyleyse.

Bazen kuyruğumu dik tutarak kaderime karşı direnmeye çalıştığım da oldu… Bu tavrı, kuyruklu canlılar arasında yer almayan insanlardan daha çok hak ediyoruz doğrusu. Denedim ama işe yaramadı. Çiftliği çevreleyen çitleri ne zaman aşsam, sadece yiyecek bulduğunda kutlama yapan insanlar gördüm karşımda. Tabii anında çiftliğe geri döndüm. İnsanlar arası ilişkilerde kuyruğu dik tutmanın acılı sonuçları da belli değil midir zaten?

Çok karmaşık hisler içindeyim… Akıbetim, bu yılı tamamlamadan fırınlanmak olsa da, son günlerimde bana özen ve ihtimam gösterilmesi ruhumu okşuyor. Ölümcül bir ilginin bile canlılara hoş geldiğini fark etmek tüylerimi diken diken ediyor… Tüm hindilere ve insanlara sesleniyorum: İçten sevginin kölesi olun ancak sahte bir ilgiye asla kurban gitmeyin! Sevginin kaynağı belliyse de, aşırı ilginin kaynağı hiç belli olmaz.

Bir hindi olarak doğduğum ve doğduğuma pişman edildiğim ülkenin durumuna, tabii ki kayıtsız kalamam. Hele de bilindiği gibi bu ülkenin ismi, hindinin İngiliz dilindeki ismiyle özdeşleşmişse… Ne zaman birisi bana Mısır adlı ülkeden söz etse, kendimi mısır ambarında hayal etmişimdir, ağzımı şapırdatarak.

Yılbaşı yemeğine dönüştürüldükten sonra, tabii ki geriye fazla bir parçam kalmayacaktır. Ama buna rağmen bir miras listesi yaptım:

İbiğimin, kursağımın ve ayaklarımın, uzak doğu yemekleri yapan bir restorana bağışlanmasını;

Kuyruk tüylerimin, kuyruğunu dik tutmada başarısız bir insana nakledilmesini;

Kemiklerimle, sokak köpeklerine ziyafet verilmesini;

Aklımın, ortak akla ilave edilmesini vasiyet ediyorum.

Ey yılbaşı insanları, kafayı “Yılbaşı Hindisi”ne takarak kendinizi kandırmayın. Çünkü siz aslında, “Yılsonu Hindisi” yiyorsunuz. Tadıma varabilmek için geride bıraktığınız yılı kutlamalısınız bence. Haberiniz olsun, “Yılsonu Hindisi” ile empati kurmadığınız taktirde, o mutlaka bir gece rüyanıza girecek ve dudağınızı uçuklatacaktır.

Hâlâ hindi yemekten vazgeçmedinizse, o zaman lezzet arttırıcı bir tavsiyede bulunayım. Etime karabiber dökmek yerine, biber gazı sıkınız. Evde biber gazınız yoksa hükmedenleri kızdıracak slogan atmak suretiyle davetiye çıkardığınız çevik kuvvete biber gazı sıktırınız. Afiyet olsun…

13 Aralık 2009 Pazar

Amerikancı Genç Sivilceler


En Cillop Amerikancı Kim? adlı yarışma, Cumhuriyet tarihimizin en gırtlak gırtlağa sürdürülen çekişmesiydi... Formatı çok eskilere dayanıyordu? Ne kadar eskiye? Galiba 60 ya da 65 yıl evveline… Başlangıç tarihi tartışılabilirdi ancak ulaştığı seviyenin mükemmelliğine laf söylenemezdi.

Anlayamayan Adam yarışmayı bir simgeye bağlamak isteyince, babasının Amerikan bezinden yapılmış ev yapımı donlarını anımsadı. Göz kararı biçilen, evde dikilen o tip donların karakteristik bir özelliği vardı: Bir kez giyildikten sonra arka kısmında Karaman koyununu andıran potluk oluşurdu. Amerikan beziyle sonradan çıkan oyun arasında bağ kuramadan edemedi.

Yarışmanın başladığı tarihten itibaren ülkeye liderlik edenlerin hemen hepsi bu donlardan kullanmış mıydı? Kullanmıştı herhalde...

Önümüzdeki yıllarda yönetime gelenler, ev yapımı külotlarla tanışmamış kuşaklardan olabilecek miydi? Sanki büyük olasılıkla…

Don alışkanlığının değişmesi, en cillop Amerikancı seçilme arzusunu baltalar mıydı? Sanki hayır… Çünkü yeni kuşak donlar, ilkinden daha Amerikancı gibi görünüyordu. Slip olanından, boxer ve g-stringine kadar…

“En Cillop Amerikancı Kim?” yarışmasının ucu, alabildiğine açık görünmekteydi. Sürekli tek bir galibi olamazdı asla. Çünkü amaçlanan, herhangi bir Amerikancının tükenmez başarısı değil, Amerikancılığın sarsılmaz zaferiydi.
Kural gereği yarışmacılar, hiç ara vermeksizin birbirlerini yiyip bitirmeli, kan kusturmalı, hapislerde çürütmeliydiler. Alt alta, üst üste, yan yana…

Bazı kesimlerin anti-Amerikan bir ayıbı vardı ki, onlar muhalefete çakılmışlardı. Ama yine de yarıştan kopmuş sayılmazlardı. Milli görüşleriyle Amerika’ya demediğini bırakmayanlar da muhalefette bekletilmişti uzunca bir süre. Ancak değişme taklidiyle çoğunluğu bulur bulmaz, Beyaz Saray’ın icazetine sığınmışlardı.

Bir gün seçim birincisi olurlarsa, solcu siyasetçiler de benzer tavır sergiler miydi? Yoksa bu onların değil de, yine Amerika’nın bileceği bir iş miydi?

Devrimciler tarafından Amerikancılıkla suçlanan siyasetçiler çuvallayınca, Amerikancılıkla suçlanan ordu 1980 Eylülünde liderliğe yükselmişti. Nöbet değişimi, çekişmenin kesintisiz sürmesini mi amaçlıyordu?

Ordu gider gitmez, liberal Amerikancıların özelleştirme ve ümmetçilik talimlerine tanık olmuştuk. Amerikancı dervişin fikri ve zikriyle son koalisyon dağılınca da, İslamcı Amerikancılar sahneye çıkıvermişti.

Amerikancı Marksist terör örgütü, silahlı etnik çabalarıyla, yarışmaya katılmayanları bezdirme ve sindirmeyle görevlendirilmişti muhtemelen.

Bir zamanların sıkı devrimcisi, Amerikancı eski solcular ise, son dönemlerde tedavüle çıkmışlardı. Doğrudan Amerikancılık yapmaya utandıkları için mi diğer Amerikancıları destekliyorlardı apaçık? Bu bir devrim miydi?

Bir de, en cillop Amerikancı olabilmek için yarışa yan kulvardan sokulan, “Amerikancı Genç Sivilceler” vardı. Hani şu, Converse marka ayakkabı giyen civanlar ve civaneler... Mevsim kışa dönmüştü, havadan nem kapan bez ayakkabıda ısrar edilir miydi? Keçe tabanlık kullanmak, fiyaka bozar mıydı? Ayrıca, ne tip bir don kullanmaktaydılar?

Ayakkabıya uygun don tipi seçerken, mutlaka bir bildikleri olmalıydı. Kim bilir? Belki de onlar karşıdan karşıya ellerinden tutularak geçiriliyor, eylem için lüks otellere kucakta taşınıyorlardı. Beş yıldızlı otel odalarından pankart sallandırırken, bu rahatsız gençlerin rahatı yerinde miydi? Mini bardan ne ölçüde yararlanıyorlardı acaba? Garson boy Amerikancılar, kime ne servis etmek için eğitilmişlerdi?
Yakılarak öldürülen bir genç kızın cenazesine protesto çelengi gönderme vicdanını kimden ödünç almışlardı? George Soroz amcalarından mı? Bir masum çocuğun ölüm acısını, bir başka masum gencin ölüm acısına saygısızlık etmeden yaşayamıyor ve duyuramıyorlar mıydı? Terör aklama paniğine kapılmışlardı galiba.

Ellerine tek tip pankart tutuşturularak el bebek gül bebek gösteri yaptırılanlar, tek bir cop yemiyordu gariptir ki. Gençlik tarihimiz ortadaydı. Cop yememiş protestocu gence, sivil genç mi denirdi? Danıştay’a noter kanalıyla muhtıra verirken, darbeciliğe mi özenmişlerdi. Sivil darbeciliğe... Bu “Amerikancı Genç Sivilceler” kendi kendilerini patlatmışlardı da, haberleri mi yoktu?

Anlayamayan Adam, karmaşık manzaradan bir sonuç çıkarmak istiyordu. En cillop Amerikancı olma arzusuna kapılanlar, hiçbir zaman kendisi gibi olamazdı galiba. Peki, adı geçenlerin hepsi bir biçimde Amerikancıydı da, neden en cillop olmak için birbirlerini yok etmenin yarışına girmişlerdi fütursuzca? Yoksa en cillop Amerikancılık, öğrenilmiş çaresizliğin, ulusal boyuttaki en son noktası mıydı?

Anlam karmaşasının çaresi var mıydı peki? Neden olmasın? Hepimizin mabadına uygun, özgün bir don tasarımı, bütün sorunları çözebilirdi belki...


7 Aralık 2009 Pazartesi

Kasıt Trafiğinde Aşk


Anlayamayan Adam kasıt arama özgürlüğünün peşine düşmüştü, özgürlükten kastının ne olduğunu tam anlayamasa da. Kasıt içeren yaygın sözleri hatırlamaya çalıştı. Onların en beylik olanı, “Bunda kasıt aramayın!” uyarısıydı. “Kasıt” kavramı öylesine hamileydi ki, sayısız soru doğurmuştu kafasında.

Kastı aranan kimdi? Kim, kasıt arıyordu? Aranan kasıt, hemen bulunur muydu? Kastını aratmak istemeyenlerin, kusurlarını örtmeye çalıştığını düşünmek, bir önkasıt mıydı?

Anlayamayan Adam bu düşüncelere daldığında arabasıyla yoldaydı, dikkati dağıldı ansızın. Emniyet şeridi yok edilmiş yol, yatağından çıkarılmış dereden farksızdı. Birbirini keserek ekose desen oluşturmuş yol çizgilerinin içinden, kaza yaptırmayacak olanını bulmaya çalışıyordu. Yönü değişen eski yolun çizgileri, hangi kasıtla silinmemişti?

Kesilip de postalanamayan trafik cezaları da gelmişti aklına. Devlet pul parası bulamıyordu çünkü. Birikmiş cezaların varlığı yalnızca arabanın satış işleminde ortaya çıkardı. Piyangoya benzer ceza sistemini, tescil ettirmiş miydik? Ettirmemişsek, bürokratik dehamızı simgeleyen bu sistemi de tıpkı baklava ve telveli kahve gibi Yunanlılara mı kaptıracaktık?

İlk kar yağışında tek şeride düşecek yollar, kışın iç çamaşırı giymeyişiyle böbürlenen belediye liderini hatırlatmıştı. Soğuğa çok dayanıklıydı galiba. Direnç artırıcı ilaç ve vitamin kullandığı düşünülebilirdi. Gelecek günlerin en belirleyici kavramı, “direnç” olacaktı kesinlikle. Alkol yasağına kolay geçiş yapabilmek kastıyla üzerine abanılan sigara yasağı, tiryakilerin vücut direncini giderek artıracaktı muhtemelen. Hem de vitaminsiz, takviyesiz... Çünkü sigara tutsakları yağış, soğuk demeden açık hava kafe ve restoranlarında kafa çekip, tıkınıyorlardı artık.

Tabii ki bir kısmı ilk birkaç ay içinde telef olurdu. Ancak sert doğa koşullarında yaşamak, elbette onları cemaat ve salon insanlarından daha dirençli kılacaktı. Doğalgaz faturaları da azalırdı... Sigaraya rağmen ömürleri uzar, gribin her çeşidinin tekerine, aşı olmadan çomak sokarlardı...

Kaldırım kültürüne meyledip serserileşmeleri bile söz konusuydu. Onların kışları iç çamaşırsız geçirmeye özenip özenmeyeceğini de sorguladı. Özenemezlerdi herhalde çünkü yüksek ayaklı ısıtıcılar nedeniyle insanlar doğalarına aykırı biçimde ısıtılıyorlardı artık. Yani başlarını serin, ayaklarını sıcak tutma şansları yoktu. Politik süreç bundan nasıl etkilenirdi, laik düzenin de aynı paralelde direnç kazanması mümkün müydü?

Kafadan ısınmanın beyinde yaratacağı fırınlanma etkisi, acilen araştırılmalıydı. Ayağını üşütenlerin yumurta ve sperm sayılarında azalma riski, hayli yüksekti. İç çamaşırının önemi işte burada ortaya çıkıyordu. Üstü açık mekânları yerden ısıtma cinliğini kim, ne zaman akıl edecekti? Lüks işletmeler, üşüyenlere şal yerine yün çorap mı vermeliydi? Basuru olanlar için ısıtmalı sandalye seçeneği, hiç yabana atılmamalıydı aslında.

Anlayamayan Adam ekose şeritli yolu, bariyerlere toslamadan atlatınca rahatladı. Kasıtsal tipler gözünde canlanıverdi birdenbire. Kastını aratmak istemeyenler, kamusal ve parasal alanda erk, söz veya düdük sahibi kişilerdi genellikle. Kasıt arayanlar ise, muhalif gazeteciler, hak arama takıntılı bireyler ve futbol seyircileriyle sınırlıydı özellikle.

Çirkin politikadan umut kesilmezdi. Her yeni gün, kasıt arayanları hizaya getirecek mucizevi yeni bir yöntem bulunmaktaydı. Birkaç subayın orduyla ilişiğinin kesilmesi kasıtlı bulunuyordu ancak onlarca müdürün Ankara bürokrasisiyle ilişiğinin kesilmesinde kasıt aratılmıyordu. Boş bir odada işsiz oturma cezası verilmişti onlara. Çaktırmadan masa, sandalye kapmaca oynuyor olabilirlerdi. Odaları 12 metrekareden küçük müydü?

Siyasetçilerin huzur bozuculuğundan dem vuran köşe yazarı, kastını aratmayanların kasıt aramasına yol açmıştı, yine aynı kasıt dilimi içinde. Çoğu sivil toplum örgütü, üyelerinin hakkını korumayı çoktandır terk etmişti. Galiba onların liderleri, yükselme kasıtlarının sarmalındaydılar artık. Önümüzdeki beş yıllık planda, sivil toplama örgütleri daha mı revaçta olacaktı? Anlayamayan Adam’ın soğuk beyninde, sürekli sorular peydahlanıyordu. Bir ara duraksadı, kastını aşıp aşmadığını anlamak için yorumlarını okkaladı.

Salih amellerde kasıt aramak mubahtı da, bariz hatalarda kasıt aramak neden mekruhtu? Öyleyse kasıtlar tasnif edilmek, izne mi bağlanmak isteniyordu? Kasıt aşan sözlere bakılırsa, her kastın bir limiti mi vardı? Kasıt borsası kurulacak mıydı peki?

Hayat pratiğinden çıkan sonuç apaçıktı: Erk sahibi olmayanlar üzülmek istemiyorlarsa, kasıtlarına hâkim olmalıydılar. Kasıt hâkimiyeti, nefis hâkimiyetine benzetebilirdi belki.

Anlayamayan Adam’ın dikkati yine dağılmıştı. Trafiğin sıkışmasıyla birlikte fark ettiği Sovyet mimarisini çağrıştıran binanın, Avrupa’nın en büyük adliye sarayı olarak inşa edildiğini okudu tabeladan. Dünyanın en büyük adliye sarayının da eşzamanlı olarak İstanbul’da inşa edilmesinin kastı ne olabilirdi? O adliye sarayına neden Avrupa’nın en büyüğü unvanı da taşıtılmıyordu? Unvansız adliye sarayı bırakmamak için mi?

Saray tipi binaların çoğalması, kıyamet alameti sayılır mıydı? Yok, öyle değil de, maksat her şeyin en büyüğünü yaparak büyük görünmekse, aynı kasıtla dünyanın en büyük sal marinasının ve at arabası terminalinin de bizde olması gerekmez miydi? Belki de belli davaları uzatma doymazlığının sınırsızlığı kastediliyordu bu yatırımlarla. Anlayamayan Adam’ın aklını karıştıran kasıtların sınırı yoktu. Dinleme skandalına odaklanan mahkemelere istihbaratçıların nezaket ziyaretinde bulunmasında da kasıt aranabilecek miydi?

Hükmedenleri eleştirmek, kasıtların en ayıplananıydı. Sivil toplum fıtık olmuştu galiba. Kasık bağı, fıtık tedavisi için icat olunmuştu fi tarihinde. Şimdi sıra, kasıt bağının icadında mıydı? Eğer icat olunursa, kullanım yeri neremizdi?

Trafik sıkışıklığı Anlayamayan Adam’ın o bölgede sürüp giden hayatı daha yakından izlemesine neden olmuştu. Aynı zamanda güzel ve alımlı kadınları da… Soğuğa rağmen bir restoranın açık kısmında oturan kadına takıldı gözleri. Üstüne kısa kollu tişört, altına kayak pantolonu giymiş afetin kol ve omuz dekoltesinden çok etkilendi. O atletik kadın, tepeden ısınmanın sakıncalarına karşı çare bulmuştu sanki. Duruşu ve gülümsemesi ne kadar da hoştu...

Hayatı boyunca aşk kastıyla ilişki kuruduğu kadınları anımsadı gayri ihtiyarı... Bekârlıktan vazgeçemiyordu. “Evlilik aşkı öldürür” savında hep bir kasıt aranmıştı. Âşık olduğu kadınlar tarafından, onların kastına ters düşen sözler sarf ettiği için terk edilmişti. Cinsler arası kasıt farklılıkları mı aranan aşkı bulunamaz kılıyordu? Belki de, kasıt aranan hiçbir duygusal ilişki aşk değildi, sadece benzetiliyordu. Kasıtlı ilişkiler azaldıkça, gerçek aşkı bulanların sayısı artar mıydı acaba?

Adına aşk denen aşırılık üzerine başka düşünceler de geliştirecekti ancak fırsat bulamadı. Çünkü trafik açılmıştı. Kasıtlı tavırlarla aşk arasında bağıntı kurmayı bir başka anlayamama krizine erteledi. Altı kayak pantolonlu, üstü tişörtlü kadın aklından çıkmıyordu. Aniden fikir değiştirdi, arabasını en yakın otoparka bıraktı, koşar adımlarla o kafenin yolunu tuttu. Aşkı düşünmektense, titreme pahasına aşkı yaşamayı denemeliydi. Şimdi, “Aşkta kasıt aranmamalı!” sözü dolaşıyordu, bir süre sonra ısınacak beyninin içinde...


1 Aralık 2009 Salı

Beyin İshali


Acı acı çalan bir telefon zilini andıran kapı ziliyle uyanmıştı sabahın köründe. Kimdi bu münasebetsiz? Kapıyı isteksizce açtı. Karşısında duran kişi, son zamanlarda sergilediği isteksiz tavırlarla, çevresindekileri de isteksizleştiren bir arkadaşıydı.

“Hoş geldin.”

“Hoş geldim ama hoş bulmadım.”

“Ne demek bu?”

“İyi görünmüyorsun.”

“Fena sayılmam aslında.”

“Bence gerginsin.”

“Her zamankinden farklı bir halim yok.”

“Her zaman gergindin de, ben mi fark etmedim yani?”

“Yok öyle bir şey, nerden uyduruyorsun bunu?”

“Sen ima ettin ya az önce.”

“Yanlış anlamışsın.”

“Doğrusu ne peki?”

“Genelde iyi olduğumu söylemeye çalışıyordum.”

“Şu anki halinin özel olduğunu kabul ediyorsun o zaman.”

“Belki öyledir.”

“İhtiyaç duyduğunu anlamıştım zaten.”

“Neye?”

“Meditasyona... Rahatlatmanın en çok denenen yoludur...”

“Meditasyon yapmayı bilmem…”

“Ben sana öğretirim.”

“Sen meditasyondan ne anlarsın?”

“Yeni öğrendim... Tütsü var mı evde?”

“Yok.”

“Hay aksi... Ortamı çok rahatlatacaktı oysa.”

“Kuru atkestanesi veya çınar yaprağını piknik tüpte yakmaya ne dersin?”

“Saçmalama.”

“Bir sigara yakıp, küllüğe koysak olur mu?”

“Olmaz.”

“Neden? Tütsü gibi rahatlatıcı bir duman değil mi? En azından benim için...”

“Kabul edemem.”

“Piyasada sigara kokulu tütsü satılsaydı, karşı gelmezdin eminim.”

“Kafamı karıştırma. Madem tütsü yok, birkaç çeşit meyve getir bari.”

“Bu hafta pazara çıkamadım, şu an yalnızca ayva var.”

“Ayva mı? Komşulardan elma falan bulamaz mısın?”

“Ayvanın ne günahı var?”

“Birkaç kere boğazımda kalmıştı. Ayrıca ayvayı yemek başarısızlığı çağrıştırır, başarısızlık insanı bunaltır.”

“Elma’nın geçmişi daha günahkâr değil mi?”

“Tamam, ayva ve elma dışında ne bulursan kabulümdür.”

“Plastik üzüm salkımı işe yarar mı?”

“Deneyelim... Başka çare yok galiba.”

İsteksiz arkadaşının bu kadar istekli oluşu onu hayrete düşürmüştü. Plastik üzümleri onu meditasyondan caydırabilmek için önermişti ancak sonuç alabileceğini sanmıyordu. Afyonu patlamadan, kahvaltı etmeden kuşatılmış gibi hissediyordu artık kendini. Hiç hesapta olmayan bir meditasyon gerginliğinin yaşanacağı apaçıktı. Şimdi dikkat dağıtmayı denemeliydi belki de.

“Meditasyonda kıyafet zorunluluğu var mıdır?”

“Yok ama rahat bir şeyler giymeli sanırım. Niye sordun?”

“Toplu meditasyon sırasında soyunanlar olduğunu duymuştum.”

“İnanma… Striptizden değil, meditasyondan söz ediyoruz.”

“Soyunmak, rahatlamaya yol açmaz mı yani?”

“Soyunan, karşı cinsten biriyse, insana daha etkili başka rahatlama yollarını hatırlatır, konsantrasyonu bozar…”

“Demek, daha etkili diyorsun... ”

“Hadi şimdi yere otur, bağdaş kur.”

“Menüsküsüm var, dizim ağrıyor.”

“Kendini zorla.”

“Bacaklarımı bedenime yaklaştıramıyorum.”

“Bedenini bacaklarına yaklaştır öyleyse.”

“Bu kadarı yeterli mi?”

“İdare eder. Bel kemiğini ve kafanı yere 90 derece dik pozisyona getirerek otur.”

“Şimdi oldu mu?”

“Belin tamam sayılır fakat kafan arkada kalmış. Dur ben düzelteyim.”

“Ne yapıyorsun sen yahu? Canım çok acıdı, çocukluğumun mahalle berberinden betersin. Sıra enseme geldiğinde kafamı öyle bir öne ittirirdi ki, boynum kırıldı sanırdım.”

“Sahi ya, benim berber de öyleydi. Tıraştan sonra iki saat kendime gelemezdim. Özür dilerim… Boynunu kırtlatayım mı?”

“Kalsın, istemem...”

“Konsantre olmaya çalış… Gözlerini kapat, kendini o görüntüsüz karanlık boşluğun içinde hisset...”

“Tam hissedemiyorum.”

“Neden?”

“Boşlukta ışıklar patlıyor, tanımlanamayan görüntüler ve renk hareleri geziniyor. UFO görmek, böyle bir şey midir acaba?”

“Anlaşıldı, konsantrasyonun tamamen bozuldu… Her şeye yeniden başla.”

“Kaldığım yerden devam edemez miyim?”

“Edemezsin. Bozuk sütten yoğurt yapılmaz.”

“Bozuk sütün meditasyonla ne ilişkisi var?”

“Fazla uzatma, iç huzurunu mayalandır ve boşluğu hisset.”

“Tamam, şimdi boşluğu hissediyorum galiba.”

“Galiba da ne demek? Hissettiğinden emin olmalısın...”

“Emin oldum sanırım.”

“Hah şöyle... Şimdi de zihnini sustur.”

“Az önce televizyon haberlerini izledim, beyin ishali olmuş gibiyim.”

“İshalini durdur.”

“Nasıl?”

“Beynini yıka.”

“Onu şu sıralar sürekli yıkıyorlar zaten?”

“Haberler yerine duygusal bir program izleseydin keşke.”

“Dizilerle aram iyi değildir. Peki, sen o duygusal programları izliyor musun?”

“Duygularım kaldırdığı sürece takip etmeye çabalıyorum.”

“En çok hangi programı beğeniyorsun?”

“Kurt adamlarla ilgili olanını...”

“Çete, silah ve kan ağırlıklı değil mi o dizi?”

“Evet…”

“En seyredilmeyecek olanı seyrediyormuşsun. Şiddet değil, duygudan söz etmiştin az önce.”

“Öfke de duygudur.”

“Haksız sayılmazsın. Duygusallığı da kolesterol gibi, ‘iyi’ ve ‘kötü’ diye ikiye ayırmak gerekiyor sanki.”

“Keşke şu mukaddesatçı televizyonların ahlaklı dizilerinden birini izleseydin…”

“Hiç aklıma gelmedi doğrusu. ”

Ben bir ara onların müptelasıydım. İnsanı, bilmediği acayip boyutlara sokanından, sırlar âlemi bağımlısı yapanına kadar, neredeyse tümünün…”

“Sonuç?”

“Çok hassasım galiba, bedeli ağır oldu…”

“Nasıl bir ağırlık?”

“Her dereceden akrabama ve modern görüntülü insanlara karşı inancımı yitirdim.”

“Niye?”

“Meğerse onlar ne kötü insanlarmış… Yaşlı anasını aç bırakan başı açık kız evlatları, babasını tekmeleyen kravatlı erkek evlatları, sahte vekâletnameyle mülk satan vefasız yeğenleri, kumarcı damatları, çocuklarına zulmeden sarışın anneleri seyrettikçe, psikolojim allak bullak oldu. Dünya ne kötü bir yermiş birader... Aksakallı bir kurtarıcıya veya görüntüsü mütedeyyin birilerine rastlamadığım her an gölgemden korkar oldum.”

“Çağdaşlığın canavarlaştırdığı o insanlar arasında çağdaş görünümlü arkadaşlar da var mıydı? Görüntümü nasıl buluyorsun?”

“Henüz yakın akrabalarla ilgili kötülükleri tüketmediler. Ama eminim ki, bir gün sıra çağdaş görünümlü yakın arkadaşlara da gelecektir.”

“Seni huzursuz eden bu programları bana neden öneriyorsun?”

“Bilemiyorum. Belki ben de beyin ishaline tutuldum.”

“Kanlı ve kötülüklü haber görüntülerini, kaçıncı tekrarından sonra terk edebiliyorsun?”

“Elimde değil, sonuna kadar izliyorum.”

“Sen gerçekten beyin ishali olmuşsun.”

“Biz bu konuya nerden geldik yahu?”

“Konsantrasyonum bozulmuştu da, yoğurt yapamıyordum ya…”

“Evet, biz senin bozuk konsantrasyonuna dönelim.”

“Dönelim.”

“Hayvansal belgeseller de katliam ve tecavüz sahneleriyle dolu olduğuna göre, bitkisel belgeselleri veya kumsala vuran dalgaları anımsamaya çalış.”

“Hayalimdeki kumsala marina yapılmış, bütün dalgalar kumsal yerine dalgakırana çarpıyor ancak bitkisel belgeseller işe yarayacak galiba.”

“Biraz olsun zihnini susturabildin mi?”

“Susar gibi yaptı ama arada yine bir şeyler fısıldıyor.”

“Kendine anlamsız bir kelime, yani mantra uydur.”

“En kolayı da buymuş, uydurdum bile.”

“Şimdi onu diline dola.”

“Nasıl dolayayım?”

“Yani o kelimeyi hiç durmadan tekrarla…”

“Hayatımız… Hayatımız… Hayatımız… Hayatımız…”

“İçinden tekrarla kardeşim, içinden!”

“Baştan uyarmadın ki…”

“Hem, bu anlamlı kelime de nerden çıktı şimdi?”

“Kusura bakma, daha anlamsızı aklıma gelmedi…”

“Gargara yap… Kelimeyi ağzından dolaştır, dolaştır ve…”

“Tüküreyim mi?”

“Sakın ha, yukarı çıkart!”

“Yukarısı neresi?”

Zihnine çek kardeşim, zihnine!”

“Burun çeker gibi mi?”

“Bir şeyi de bir başka şeye benzetmesen olmaz mı?”

“Olur, tabii ki.”

“Kelimeyi beyin boşluğunda tekrarla ve hiçbir şey düşünme.”

“Düşünmeden edemiyorum.”

“Düşüncelerini askıya al çabuk!”

“Boşlukta askı göremiyorum.”

“Görünmez askıya al.”

“Gerçekten gerildim, şu meditasyondan vazgeçsek mi?”

“Olmaz… Başladık bir kere, dönüşü yok.”

“Tamam… Tamam… Şimdi birdenbire rahatlamaya başladım sanki.”

“Gerçekten mi?”

“Evet, evet… Giderek huzura kavuşuyorum.”

“Oh be, nihayet… Sakın yakaladığın huzuru bozma, kesintisiz rahatlık çok önemlidir çünkü.”

“Ben rahatladım ama sen gerildin galiba.”

“Biraz öyle oldu.”

“Meditasyon yaparsın artık...”

“Sanmıyorum… Bu kadar gerginken başaramam.”

“Böyle mi kalacaksın?”

“Meditasyon hocamı ararım, o bana telefonla reiki gönderir. Tabii kızgınlığı geçmişse...”

“Neden kızgın?”

“Başlayalı üç seans oldu, hâlâ meditasyonu beceremiyorum.”

“Beceremediğin işi neden bana yaptırmaya çalıştın?”

“Yöntemi sınamak için…”

“Konsantrasyon sorunun mu var?”

“Evet, ne yazık ki... Sahi, sen nasıl bir kerede becerdin bunu? Yoksa benim hocalığım, hocamın hocalığından daha mı iyi?”

“Bir itirafta bulunayım mı?”

“Bulun.”

“Ben de beceremedim aslında, çile bitsin diye sana yalan söyledim.”

“İtirafınla beni çok sevindirdin… Demek ki, tek kabiliyetsiz ben değilmişim.”

“Biz neden böyleyiz?”

“Ne bileyim, belki de çağımız meditasyona uygun değildir.”

“Fazla mı uyarılıyoruz?”

“Kuşkusuz…”

“Rahatlamanın, hiç mi yolu yok?”

“Gariptir ama karşı komşum çok kolay rahatlıyor.”

“Nasıl?”

“Sürekli konuşarak…”

“Hangi konuda?”

“Hiç fark etmiyor, her konuda… Adamın anıları öyle keyifli ki, kıskanmamak elde değil.”

“Bu yöntemle rahatladığını nerden biliyorsun?”

“Her esir alındığımda, ben çöktükçe, onun yüzünde güller açıyor.”

“Biz de konuşalım ve rahatlayalım öyleyse.”

“Olabilir… Hangi konuları konuşalım?”

“Tabii ki en hâkim olduğumuz konuları… Ben sana bugünün flaş haberlerini sıralayabilirim…”

"Kaç flaşlı?"

"En sönüğü beş flaşlı."

“Ben de sana korkularımdan söz ederim.”

“Sonra, siyasetçilerin erdemsiz tavırlarından bahsederiz karşılıklı.”

“İktisadi çöküntüyü unutmayalım ama…”

“2012’ye de çok az kaldı zaten… Açılan, ‘ortaya karışık’ dava o zamana kadar bitmezse, öbür tarafta bir sonuca bağlanır mı?”

“Yahu bunların hepsi olumsuz mevzular değil mi?”

“Evet, öyle…”

“İyi bir şeyler bulmaya çalışalım.”

“Kılıf uydurulmuş baskılardan uzak, hukuka yakın bir ülkede, travmasız kadrolarla yönetildiğimizi farz edelim mi? Ayrıca biraz da bilim, sanat, edebiyat, felsefe katarız hayalimize…”

“Böylece, meditasyon yapmış kadar huzurlu olabilir miyiz?”

“Bence şimdilik tek şansımız, gel biz bunu tepmeyelim. Çay demlerim, güzel bir kahvaltı ederiz… Uzakdoğu ruhundan umut kesilmez, belki hocandan reiki de gelir…”


id="wobsbn"> Web Analytics