25 Haziran 2010 Cuma

Mangırizm ve Makiler


Makilerin durumu da en az keçiler kadar zordu. Basketbolcu veya rap şarkıcısı olamamış Amerikalı zenci muamelesi görüyorlardı adeta. Yangın haberleri çok kısa verildiğine göre, medyada torpil ayarlayamamışlardı. Makilere yönelik ayrımcılık, gazetelerin bulmaca eklerine kadar yansımıştı. Örneğin şöyle:
Yukarıdan aşağı:
1- Eski dilde ayak. Bir cins bezelye.
2- Bodur Akdeniz bitki örtüsü.

Orta boylu deseler sanki maki anlaşılmayacaktı… Kimlerin parmağı vardı bu anlayışta? Kereste ve odun mihraklarının mı? Makiler, hacimli kereste veremeyen ağacı taşlayan mangıristler tarafından günah keçisi mi seçilmişti yoksa?

İçinde gezindiği tek tip çam ormanı Anlayamayan Adam’ın canını sıkmıştı. Tıpkı tek tip insan toplulukları gibi… Hangi çamın dibine otursa, kurumuş iğne yaprakları batıyordu kabasına. İğneden korkardı; makilik alana yöneldi; aradığı çeşitlilik oradaydı sanki… Yalnızca çalı, katırtırnağı, zakkum değil; yabani zeytin, defne, keçiboynuzu da makiden sayılmaktaydı zira. Ve diğer mütevazı ağaççıklar…

Makilerin horlanmasında algısı kıtların payı çoktu sanki. Cüsse odaklı yaşayan çoğunluk, genellikle uzun bacaklı mankenlere hayranlık duyuyor, sakız gibi uzayan dizilere ilgi gösteriyordu. Çocukken çok mu uzuneşek oynamışlardı?

Uzunluk, büyüklüğün bir unsuruydu… Oysa küçük her zaman güzeldi. Nano teknolojik gelişmelerin mucizevi sonuçları bu fikrin kanıtı sayılmaz mıydı? Elbette sayılırdı… Minyon tipli dişiler için “Nano Güzellik Yarışması” tertiplemenin vaktiydi artık.
Makiler, nazlanmadan yerden fışkıran ve azimle yayılan bir karaktere sahiptiler… Boydan fakirdiler ama ya diğer özellikleri? Yeşillikse yeşillik, fotosentezse fotosentez, döllenmeyse döllenme…

Çamlar oksijen üretirdi de, makiler üretmez miydi? Üretirdi… Çamlar karbondioksit tüketir de, makiler tüketmez miydi? Tüketirdi… Üretim ve tüketim oranları her ne kadar farklıysa da…

Tamam, çam ormanı yangınları milli felaketti… Peki ama makiler küle döndüğünde,“İyi ki çamlar tutuşmamış” diye bayram yapmanın âlemi neydi? Söndürme ekiplerine inat uzak mesafelere alevli kozalak fırlatarak kundakçılık yapan çamlara sıkça rastlanırdı ancak makilerin bu anlamda sicili tertemizdi...
Sıfırdan çam ormanı yaratmak bütçe isterdi; gelgelelim çilekeş makiler masrafsızdı. Az suyla yetinir, kurak alanları çabuk yeşillendirir, derine inen köklerle erozyonu önler, hayvancıklara yemiş sunarlardı…

Anlayamayan Adam, çamlar hakkında “katil ağaç” suçlamasında bulunan bazı bilim adamlarını anımsadı. Yere düşen yapraklardan toprağa asit bulaştığı iddia ediliyordu. Bu bir ölçüde doğruydu sanki, çünkü çam dibinde ot bitmezdi... Oysa makilikler şifalı ve endemik bitkilerin yetişmesi açısından daha elverişliydi. Uçanı ve kaçanıyla birçok yaban hayvanı makilerde barınmayı tercih ederdi... Arılara çiçek tozu ziyafeti vermeleri ise cabasıydı.

Makiler, sağladıkları bunca yarara rağmen neden aşağılanıyor ve hiçten sayılıyordu peki? Böylesi bir nebati ırkçılığın mantığı neydi? Makileri en çok küçümseyenler, haddinden fazla boylular mıydı? Akdeniz kıyılarında yaşayanların boy ortalaması kaçtı? Peki ya genişlik meselesi? Bildiği kadarıyla en, bir tek perdelik kumaşlarda boydan önde gelirdi. Zira o cins kumaşların gepgeniş enleri perde dikilirken hep boy olarak kullanılırdı. Bu felsefi meselenin enine boyuna tartışılıp anlaşılması zor muydu? Anlayamayanlar bir perdeciye müracaat etmeliydi sanki.

Evet, kafayı boya takmak başka tuhaf sonuçlar da yaratıyordu. Örneğin, çok uzun boylu düşünmek… İnsanlar kısacık ömürlerinde rastladıkları nadir fırsatları çok uzun boylu düşündükleri için kaçırırlardı genellikle. Denizde boy vermenin belki anlaşılır bir yanı vardı… Gelgelelim boğulmamak kaydıyla…

Kalp krizi geçirme riski eskiden uzun boylularda yüksek bulunurken, şimdilerde bu risk kısa boylulara aktarılmıştı. Kalpler eskiye nazaran daha farklı mı çalışmaya başlamıştı? Yoksa gazetelerin sağlık sayfalarını uzun boylular mı ele geçirmişti? Fenerbahçeli yazarların ele geçirdiği spor sayfalarında Galatasaray hakkında yazılanlar malumdu. Ya da uğradıkları adaletsizlikler giderek arttığı için mi kısalar daha fazla kalp krizi geçiriyorlardı…

Anlayamayan Adam düşündü taşındı ama suçu tamamen boy meselesine yükleyemedi. Her boydan insanda maki sevgisizliğine tanık olmuştu çünkü. Gazetecilerin derdiyse kafa bulandırmaktı. Öyle olmasa, Mars’ta bulunan suyu defalarca kaybettirip tekrar tekrar buldurmazlardı. Çay ve kahvenin insan sağlığına yararlı veya zararlı olduğuna ise yazı tura atarak karar veriyorlardı herhalde. Bütün bunlar mangırist düzen numaralarıydı besbelli. Mangırı bulmak için her mesele itinayla çarpıtılabilirdi kısacası.

Anlayamayan Adam hükmünü vermişti artık: Makilerin itibarı iade edilmeden bu ülkede hiçbir sorun düzelmeyecekti… Onlar bunu, itibarını kaybetmiş siyasetçilerden çok daha fazla hak ediyorlardı. Meclisten çıkacak bir karara bakardı. Üstün hizmet madalyasına gerek yoktu ancak devlet makilerden ve maki severlerden özür dilemeliydi. Orman bakanları törenle maki fidanları dikmeye ikna edilmeli, makileri küçümseyenler tövbe ettirilmeli, bodur bitkileri sevmeyenler alternatif tıp tedavisinden mahrum bırakılmalıydı.

Anlayamayan Adam’ın ufku açılmış, içi rahatlamış gibiydi. Keçi yollarını takip ederek yola çıktığında gördü ki, makilerle barışık bir köylü kadın yol kenarında şifalı ot ve bal satıyordu… Kadına yaklaştı, “Kekik balı kaça?” dedi, ganimet bulmuşçasına gülümseyerek.
Ali Sefünç

8 Haziran 2010 Salı

Hafızalı Eylemci


Bireysel hiçbir derdi yoktu… Ulusal sorunları ise kafasında çoktan halletmişti; artık uluslararası sorunları çözmenin vaktiydi… Gazze’yi sahiplenen çoktu ama ya diğerlerinin hali? Gözden kaçan sorunları ve yapılması gerekenleri sıraladı bir çırpıda:

Arap Yarımadası’ndaki ABD vesayetine son vermek…

Afganistan’daki ABD işgalini bitirmek…

Guantanamo’daki ABD işkencesini engellemek…

ABD’nin katlettiği 1,5 milyon Iraklının hesabını sormak…

Küba’ya 40 yıldır uygulanan ABD ambargosunu delmek…

Önceliği, Küba ambargosuydu… Ulaşım desteği isteyecekti ancak İstanbul Belediyesi’nin elinde okyanus aşmaya elverişli vapur bulunmuyordu… Belki de belediyenin haşerat ilaçlama uçaklarını kullanmalı, paraşütle Amerikan malı ilaç atmalıydı Küba’ya… Veya Ankara’daki Küba Büyükelçiliği’nin bahçesine… İkinci seçeneğe karar verdi çünkü uçakların menzili belliydi…

ABD’nin en stratejik ortağıyla en nükleer karakolunun birbiriyle kapışması anlaşılır gibi değildi… Gazze de dahil her taşın altından Amerika’nın çıkması kafasını iyice karıştırıyordu… Karşıt aktivistler birbirlerine kin kusarken, ABD’yi hiç suçlamıyorlardı ne gariptir ki… Amerikan tarihinin İkinci Amerikan İç Savaşı başlamıştı da, onlar mı habersizdi yoksa? Belediyelerin verdiği lojistik destekle kışkırtılan bir savaşta belediye zabıtaları mı savaştırılacaktı?

Ali Sefünç

id="wobsbn"> Web Analytics