25 Ocak 2010 Pazartesi

Sertleşme Sorunu Diyaloğu























“Kahve ister misin?”
“İstemem…”
“Çay vereyim o zaman…”
“Yok, çay da almayayım…”
“Çay-kahve tiryakisi değil miydin sen, ne oldu böyle?”
“İkisi de bünyeme iyi gelmiyor… Sorunum var…”
“Ne sorunu?”
“Sertleşme sorunu…”
“Yanlış mı duydum?”
“Hayır… Maalesef sertleşme sorunu yaşıyorum…”
“Bravo… Seni utangaç bilirdim ama cinsel sorununu uluorta itiraf ettiğine göre çok cesurmuşsun.”
“Yanılıyorsun… Benim cinsel bir sorunum yok. En azından şimdilik…”
“Sertleşme sorunum var demedin mi az önce?”
“Dedim…”
“İşte tamam…”
“Tamam değil… O sorun yanlış isimle anılıyor. Cinsel olanına, ‘sertleşememe sorunu’ denir aslında… Hani sertleşemiyor, yumuşak kalıyor ya…”
“Mantıken haklısın hani ama neden yanlış isim koymuşlar?”
“Hangi sorun doğru anlaşılıyor ki, isimleri doğru konsun…”
“O kadar da acımasız olmayalım, vardır bir sebebi.”
“Ne bileyim? Mağduriyeti olanlar daha fazla incinmesin diyedir belki.”
“O dert, hassas insanların başına mı gelir genellikle?”
“Pek sanmam… Sorunlar insanları doğal olarak hassaslaştırıyordur mutlaka.”
“Şimdi ben sana içecek bir şey ikram edemeyecek miyim?”
“Ihlamur var mı?”
“Var.”
“Su bardağında olsun ama. En az üç bardak içerim, ona göre demle ha!”
“Fazla gelmesin, istenmedik bir sorun yaratmasın!”
“Bir şey olmaz canım…”
“Hâlâ anlatmadın, ‘sertleşme sorunu’ nasıl bir şey peki?”
“Karşı koyulmaz biçimde sert çıkma arzusu taşıyorum…”
“Kime karşı?”
“Önüne gelen herkese karşı…”
“Tekme atma arzusu gibi mi?”
“Aynen öyle…”
“Nerden çıktı bu?”
“Siyasi arenada hep vardı ama ipin ucu kaçtı… Haberleri izlemiyor musun? Yerli-yabancı bütün liderler sert çıkıyorlar… Ama en çok da bizim hükümet lideri…”
“Biliyorum, biliyorum şu aralar İsrail’e sert çıkmakla meşgul.”
“Onun için yerli, yabancı; çiftçi, yargıç, eczacı, sendikalı işçi filan fark etmiyor, gıcık kaptığı her kesime ayrı ayrı sert çıkıyor… Ermenistan’a da sert çıkmış. Ama ben en çok bir gün, ‘Topunuza birden sert çıkıyorum’ demesinden korkuyorum."
“Siyasetten uzak dur, rahatlarsın.”
“Genç bir sevgili buldum, kafası bozulunca o da çok sert çıkıyor bana.”
“Abartıyorsun gibi geliyor.”
“Lisedeyken çete lideriymiş galiba…”
“Şimdiye kadar bir sertliğini gördün mü?”
“Bariz olarak değil ama sürekli cinayet filmleri izlemesinden huylanıyorum. Bir de saçımı uzatmamı istiyor.”
“Niye?”
“Kavramaya çalıştığında saçlarım eline gelmiyormuş…”
“Hoş bir istektir belki…”
“İçinde sertleşme olmayan diziler de artık uzun ömürlü olmuyor, bazıları uğursuz 13’ncü haftayı bile göremeden yayından kaldırılıyor.”
“Senaryoları kötüdür mutlaka…”
"Bugün hava çok sert."
"Mevsimi... Kış kışlığını yapmalı."
“Futbolcuların sertleşmesine ne demeli?”
“Futbol zaten sert spordur.”
“Teknik heyete krampon, forma veya tekmelik fırlatmalarını diyorum. Eskiden var mıydı?”
“Doğru söylüyorsun…”
“Bütün bunlar Galatasaraylı George Hagi’yle başladı hocam. Sahada herkese sert çıkardı... Bir daha da iflah olmadık, bütün futbolcular onu taklit etti sırayla...”
“O da siyasete girer mi?”
“Türk vatandaşlığına geçerse, neden olmasın?”
“Eyvah!”
“İnsanlar trafikte de birbirlerine daha sert davranıyor artık.”
“Farkındayım. Sence bütün bunların sebebi ne?”
“Sertleşme salgını var çünkü.”
“Yine abarttın.”
“İnan öyle… Ben bile dayanılmaz biçimde sertleşmek istiyorsam, kesinlikle salgındır…”
“Boş ver, sertleşmek bize yakışmaz.”
“Elimde değil, sertleşmek için sürekli fırsat kollar oldum. Hatta kendimi tutamayıp birkaç kez denedim bile.”
“Sonuç?”
“Şanssızlığa bak ki sert çıktıklarımın hepsi benden daha sert çıktı. Biri tehdit etti, bir diğeri iyice hırpaladı. Silah çekeni de var tabii…”
“Böyle bir saçmalığı neden denedin?”
“Sertleşenleri alkışlanırken görünce canım çekiyor. Ben de sertleşerek beğenilmek istiyorum. Hakkım yok mu?”
“Vardır tabii ama…”
“Hem, sertleşmek sakin kalmaktan daha kolay değil midir?”
“Öyle midir?”
“Üstelik bilinmedik bir yararı da var.”
“Nasıl bir yarar?”
“Sertleşince suçluluk duygusundan kurtuluyorsun… Daha etkili sertleşen birine çatmadığın sürece tabii…”
“Sertleşmenin suçluluk duygusuyla doğrudan bir ilişkisi mi var yani?”
“Söylemeye dilim varmıyor ama sanki...”
“Yaygınlığı bu yüzden mi?”
“Şüphelerim o yönde...”
“Sertleşmek düşmanlığı arttırmaz mı?”
“Arttırır ama sertleşenlerin sorunu değil bu.”
“Kimin sorunu peki?”
“Günümüzde kimsenin sorunu değil aslında.”
“Sertleşmeyi yine deneyecek misin?”
“İnşallah denemem, aksine tedavi olmalıyım. Sertleşmeye yeltenmek tehlikeli.”
“Herkes için mi tehlikeli?”
“Korunuyor veya kollanıyorsan, istihbaratın kuvvetliyse mesele yok. Bir de gözü kara olmak lazım.”
“Nasıl kurtulacaksın bu sorundan?”
“Örneğin; çay, kahve gibi uyaran, geren içeceklerden uzak durup teskin edici içecekler kullanarak... Ihlamurun yanına bir de papatya çayı olsa ne güzel giderdi. Anason da iyi gelir.”
“Anason, bebeklerde gaz söktürücü olarak kullanılmaz mı?”
“Gaz çıkartmakla kalmaz, uyku da verir, sinir krizini de önler…”
“Tamam, onlardan da bulundururum artık.”
“Bir de televizyonda bebek kanallarını izlemeliyim, insana acayip huzur veriyor.”
“Esnemeye başladın, istersen içerdeki yatakta biraz kestir.”
“Gerek yok, şu koltukta kıvrılır uyurum.”
“İkili koltukta boylu boyunca uzanamazsın, yatak daha rahat değil mi?”
“Değil… Burada uyuyabilmek için anne karnındaki gibi kıvrılmak zorundayım. Oysa geniş yatakta uyur uyumaz cenin pozisyonum bozuluyor, huzurum kaçıyor…”
“Ne diyeyim? Allah şifa versin…”
“Hepimize…”


11 Ocak 2010 Pazartesi

Yaşam Taşeronu



Anlayamayan Adam, “Yaşam Taşeronu” olmaya karar vermişti... Yaşamın içinde “Yaşam Koçu” adında bir hizmet erbabı varsa, pekâlâ “Yaşam Taşeronu” da olabilirdi? Reklam sloganı şimdiden hazırdı: “Sen yaşamıyorsan, bırak taşeronun yaşasın!”

Üşengeçler adına yaşadığı şeylerin ortaya çıkardığı duygu, düşünce ve gözlemlerini öylesine abartılı ve şahane anlatacaktı ki, müşteriler mest olacaklardı. Yani hiç yorulmadan aynı şeylerin en azından bir kısmını yaşamış gibi hissedeceklerdi kendilerini.

Asıl olan, ihtiyaçları gidermek değil miydi? Evet öyleydi… Zenginlemek için tanınmamış, cazip, kozmik ihtiyaçlara cevap vermek lazımdı… Piyasalar çarpıcı örneklerle doluydu: Bronzlaştırıcı pişik kremi, falı aydınlık çıkan kuru kahve, doğada eriyen plastik kelepçe ve benzerleri... İnsanları ikna etmek için biraz çaba gerekiyordu tabii ki.

Ekonomide en çok talep gören sihirli yöntemin taşeronluk olduğu resmen ortadaydı. Taşeronun taşeronu bile taşeron tutabiliyordu bazen. İşçiler, güvenlikçiler yetmiyormuş gibi; belediye zabıtaları ve itfaiyeciler de taşeron firmalara pas edilmişti. Sıra, diğer ayağı kaydırılması gerekenlerdeydi sanki.

Taşeron kime denirdi? Bir işi aslen yüklenmesi gereken kişi, kurum veya yönetim adına o işi daha ucuza yapana... Daha ucuza ama asla daha kaliteli değil… İnsanlık, “Uzay Çağı”na doyamadan, “Taşeronluk Çağı”na dalmıştı düpedüz. Obama’nın iktidara getirilişi, bu evrik çağın en güçlü kanıtıydı sanki. Cilalı beyaz adamların aklanması için kriz günlerinin siyahi bir başkanla anılması, küçük planın büyük parçası gibi görünmekteydi. Veya tam tersi…

Anlayamayan Adam’ın aklına, başkanlığının kırkı dolmadan Obama yardakçılığının taşeronluğunu üstlenen bir köy halkı geliverdi ansızın. Her kış öncesinde kavurma yapmak için zaten çok sayıda koyun kesiyor olmalıydılar. Ancak kavurmalık hayvanları o tarihte Obama’ya ithaf etmeleri eşsiz bir kurnazlıktı.

Amerikalı sığır yetiştiricileri Obama’ya sığır kurban etmişler miydi? İşte buna ihtimal veremedi… Yerli kovboylar caka satarken, “Obama Kavurması” markasıyla üretim yapıp piyasaya sürme fırsatını ıskalamışlardı galiba. Oysa marka tescilinin haftasına kalmaz, onlara özel yatırım teşviki bile çıkartılırdı.

Politik ve ticari taşeronluk alıp başını yürümüştü ancak bireysel taşeronluk henüz keşfedilmemişti. Yaşam koçları her daim çok iyi akıl vermekteydiler tabii ki. Gelgelelim uygulama zorluklarına çare getirdikleri söylenemezdi. Genellikle hesap sorar, başarısız gördüklerini tos yemişten beter ederlerdi. Deneyleme sorununu kim çözecekti peki? Tabii ki Yaşam Taşeronu...

Hayata iyi niyetle bakmak, karşılıksız sevgi duymak, doğayla doğal ilişki kurmak; oda veya salonda pineklemekten vazgeçip sokağa açılmak, bünyeye uygun hobi bulmak, üretken olmak, insan ilişkilerinin fırıldaklığıyla baş edebilmek kolay iş miydi? Elbette ki değildi...

Anlayamayan Adam bu angaryaların topunu, “Yaşam Taşeronu” sıfatı ve özeniyle üstlenecekti. Hem de küçük bedeller karşılığında çünkü mutlu yaşamı sadece paraya bağlamak yanlıştı... Gerekirse, ucuz otobüslerin arka tekerlek üstü koltuklarında kıyı kasabalarına seyahat eder, salaş restoranlarda yemek yer, ören yerlerini gezer; döndüğünde de bütün yaşadıklarını ballandırarak müşterilerine anlatırdı.

İyi ki photoshop icat olunmuştu, müşterilerini kolaylıkla gezi fotoğraflarına montajlardı. İcabında hediye de getirirdi. Pişmaniye, erişte, höşmerim, yöre manzaralı magnet falan gibi… Müşteride alışkanlık yaratabilmek için promosyon şarttı. Birkaç gün bedavadan sabah yürüyüşü yapar, sokak hayvanlarının gıdılarını okşardı örneğin.

Aynı zamanda yürüyüş güzergâhında gözüne takılanları betimler, dolaşım ve sindirim sisteminin nasıl da normale döndüğünü anlatırdı. Bunu duyan müşterileri düzenli olarak tuvalete çıkmayı başarabilirler miydi? Yeterince ıkındıkları takdirde neden olmasın? Ev içi hizmetleri de önemsemeliydi. Temizlik ve bulaşık yıkama hariç… Arzu edilirse, Akdeniz tarzı kahvaltı bile hazırlardı. Kahvaltıda ekmeklerine yağ ve reçel sürmekten, haşlanmış taze yumurtanın dirençli kabuğunu soymaktan kaçınacak değildi tabii.

Talep yaratamamaktan korkmuyordu aslında. Zira bulduğu yeni iş alanı çok bakirdi. Ondan, bir taşeron olarak evlenme programlarına katılması istenir miydi? İstenirdi mutlaka. Bu olasılığı bir çırpıda analiz etti. Hiçbir şey göründüğü kadar kolay olamadığı gibi, göründüğü kadar zor da olmamalıydı. O programlar sayesinde eş bulanların sayısı, ülkede değeri bilinen bilim insanlarından daha azdı neyse ki.

Abur cubur yiyerek zayıflaması, sorunlu ilişkileri hiç taviz vermeden düzeltmesi beklenir miydi? Böylesi beklentilerin karşılanması gerçekten çok zordu. Birbirini yiyip bitiren evli çiftleri düşünmemek olmazdı. Hiçbir zaman ortak karar alamayacakları için, isteklerinin hepsini bir torbaya atıp, onlara kura çektirmeliydi. Tabii ki çifte fiyatlandırma yapacaktı. Yanlış anlamaları ve sakıncaları giderecek bir taşeron sözleşmesi hazırlamalıydı sanki.

Yaşananları sıcağı sıcağına anlatmak etkili olurdu… Her bir müşteri adına twitter hesabı açtırıp, yaşadıklarını o kanal üzerinden kısaca duyurmalıydı belki. Ama o zaman da kaytarması güçleşirdi. Taşeronluğun avantajlı yanlarını düşünmeye çalıştı. Bir iş taşerona kaldıysa, hizmet alanın beklentisi azalıyordu genellikle. Çöken resmi bina ve köprüler, yetersiz hizmetler hep taşeronların eseriydi. Üstelik toplumda, taşeronlardan hesap sorma alışkanlığı da gelişmemişti. Asli işini taşeronlara ihale edenlerin suç duyurularında adı bile anılmıyordu.

Fiyatlandırma açısından hizmetin gruplandırılmasında yarar vardı: Duygu ağırlıklı taşeronluk, etkinlik ağırlıklı taşeronluktan daha pahalı olmalıydı. Türkan Şoray kuralları geldi aklına. Evet, Anlayamayan Adam da yaşam taşeronluğu yaparken soyunmayacak ve öpüşmeyecekti. Pis ve karışık işlere bulaşmaya da niyeti yoktu. Vatandaşlık taşeronluğuna ise kökten karşıydı. Hakkını arayamayanın hakkını aramak ona mı kalmıştı yani? Ücretini peşin olarak almalıydı. Sloganını biraz daha geliştirip, neredeyse bir reklam metnine dönüştürdü:

Yaşam Taşeronu...
Yeter ki isteyin...
Güzel yerler gezilir, güzel insanlarla birlikte olunur, güzel şeyler yenir içilir...
Hem de en uygun fiyata...
Madem siz yaşamıyorsunuz, bırakın yaşam taşeronunuz yaşasın...
Sanal zevklerinizin arasına niçin bu seçeneği de katmayasınız ki?
Vicdanınızı rahatlatabilirsem, ne mutlu bana…


Yaşam taşeronluğuna ilişkin bilinmezlikler tükenmemişti. Bu nedenle ilk denemeyi kendi üzerinde yapmak istedi. Kendini yaşam taşeronu olarak tuttu... Bakalım ilk işinde başarılı olabilecek miydi? Ücret peşindi, cüzdanının bir gözünden bir miktar para çıkardı, taşeronluğunu temsil eden diğer göze yerleştirdi o parayı. Herkes hesabını bilmeli, kendi kesesinden yemeliydi çünkü.


id="wobsbn"> Web Analytics