21 Temmuz 2011 Perşembe
Nafile Adres Diyaloğu
“Pardon, bir şey sorabilir miyim?”
“Sor…”
“Şu adresi biliyor musun?”
“Biliyorum…”
“Tarif eder misin?”
“Ederim tabii…”
“Umarım yakındadır…”
“Bir bakayım… Hımm… Çok ters bir yere gelmişsin be abi…”
“Yapma ya…”
“Kim soktu seni bu yanlış yola?”
“Ben…”
“Şimdi buradan şey otobüsüne bineceksin önce…”
“Farkındaysan arabamın içindeyim… Onunla gitmek istiyorum…”
“O zaman biraz zor…”
“Neden?”
“Yani oraya insan kendi arabasıyla nasıl gider, hiç bilemiyorum… Tam araba alacaktım, kredi çıkmadı da…”
“Bir başkasına sorayım en iyisi, Teşekkür ederim…”
“Yok yok… Yine de tarif edebilirim... Bak şimdi buradan dümdüz gidiyorsun…”
“Ne tarafa dümdüz? Bu kavşağa bağlı yedi yol görüyorum…”
“Buranın adı Yedi Yol’dur zaten… Böylesi az bulunur… Yedi yıldızlı otel gibi yani…”
“Başındaki levhada ‘Kaymakamlık’ yazan caddeye mi girmeliyim?”
“Hayır, caminin o tarafa doğru gideceksin…”
“Etrafta cami göremiyorum ama…”
“Şu gökdelenin arkasında kaldı…”
“Niye apaçık görünen binaya göre değil de, minaresinin gölgesi bile görünmeyen camiye göre tarif ediyorsun?”
“O bina mı? İnşaatı daha yeni bitti… Hem varlığına alışamadık hem de ismini aklımızda tutamıyoruz… Çok alengirli…”
“Pek de biçimsizmiş, alışırsınız inşallah…”
“Minibüsçüler adını belleyip önünde yolcu indirdiği zaman alıştık demektir…”
“Anladım… Dümdüz ne kadar gideceğim…”
“Gideceksin, gideceksin, gideceksin… Ama unutma, dümdüz gideceksin!”
“Evet…”
“Sonra okulun oradan döneceksin?”
“Kaç kilometre dümdüz gideceğim?”
“On dakika… Yok, sanki yirmi dakika…”
“On mu, yirmi mi?”
“Hızına bağlı aslında…”
“Bir minibüsün arkasına takılırsam, ne kadar sürer?”
“Yarım saat…”
“Okulun adı neydi?”
“Neydi yahu? Hep unutuyorum…”
“Oradan sağa mı döneceğim, sola mı?”
“Aradığın adres sağda ama sen sola dön…”
“Niye?”
“Sağdan, tek yönlü geniş bir yola bağlanırsın… Ama ters tarafa doğru tek yönlü… Dönüp dolaşır tekrar buraya çıkarsın…”
“Okulun berisinden mi yoksa ilerisinden mi sapacağım?”
“Berisinden…”
“Sola saptıktan sonra ne yapayım?”
“Sonrası karışık…”
“Neden?”
“Çünkü oranın yolları eğri büğrüdür, dümdüz gidemezsin…”
“Yine mi bir tarafa döneceğim?”
“Mümkün değil, hiçbir tarafa dönemezsin… Küçük meydana kadar iki yanda da sapacak sokak bulamazsın çünkü… Belediye, istimlak parası ödemeyince, buralar öylece kaldı işte…”
“Eğri büğrü giderek nereye varacağım?”
“Karşına bir elektrik direği çıkacak…”
“Kaldırımlar elektrik direği dolu, hangisi?”
“Kaldırımdakileri değil, yolun ortasındakini söylüyorum… Bu bölgede o direğin bir eşi daha bulunmaz…”
“Gözümden kaçmaz herhalde…”
“Kaçmaz, üzerinde tel de bağlı değildir zaten…”
“İşe yaramıyorsa, neden yoldan kaldırmıyorlar?”
“Altında yatır varmış galiba… Kadınlar çaput bağlıyorlar…”
“Tamam, onu da anladım…”
“Yatırın hemen çaprazındaki girilmez levhalı dar yola gireceksin…”
“Ya karşıdan gelen bir araç olursa? Ya bana yol vermezse?”
“Verir abi… ‘Sen hayatında hiç ters yoldan gitmedin mi?’ diye diklenirsen, kimse itiraz etmez… Çünkü onlar da her gün aynısını yapıyorlar…”
“Sonra?”
“Sonrasını birine sorar, anlar, sana söylerim…”
“Sorar mısın? Yani benimle mi geleceksin?”
“Evet… Evet…”
“Çok teşekkür ederim, kalsın… Zahmet etme, ben yalnız başıma yolu bulurum…”
“Zahmet değil abi, benim ev o sokakta zaten…”
“Bunu neden en baştan söylemiyorsun? Hadi gidelim bari…”
“İlerdeki marketin önünde beş dakika duruverir misin be abicim?”
“Neden?”
“Eve erzak almıştım, poşetler orda duruyor… Sana da bir şeyler alayım mı? Su, şeker, sakız falan ister misin?”
“İstemem… Benim arabanın sesinde bir anormallik hissediyor musun?”
“Yoooo… Gayet normal, tıkır tıkır işliyor…”
“Kulağıma takır tukur gibi geliyor…”
“Yapma abi, tıkır tıkır…”
“Bak, şimdi de sustu… Bozuldu galiba…”
“Gördüm, kontağı kapattın yahu…”
“Hayır, kapatmadım… Akü bitti galiba…”
“Düz kontak yapalım…”
“Bak o olur işte…”
“Kim itecek arabayı?”
“Tabii ki sen…”
“Yapamam, bel fıtığım var…”
“Bu iş kalır o zaman…”
“Siz hep böylesinizdir zaten… Yaralı parmağa işemezsiniz…”
“Biz kimiz?”
“Adres soranlar tabii ki… Dostluğunuz, yolu öğrenene kadardır…”
“Dostlukla veya düşmanlıkla ne alakası var? Sadece arabam bozuldu…”
“Ben de inandım…”
“Aradığım yere gitmekten vazgeçtiğimi var sayalım… Sana taksi parası versem, bu işi tatlıya bağlayabilir miyiz?”
“Hayır, kabul etmem…”
“Niye?”
“Eve taksiyle geldiğimi gören komşular hakkımda yanlış düşünür… Zenginledim diye alacaklarını isterler…”
“Az uzakta inip eve yürüsen diyorum…”
“Olmaz, bel fıtığım var dedim ya…”
“Doktora gittin mi?”
“Gitmedim… Biraz iyileşeyim, bu işin pirine görüneceğim…”
“Kimmiş o?”
“Adını bilmiyorum…”
“Adını bilmediğin adama nasıl ulaşacaksın?”
“Telefonunu bulmak hiç zor değil…”
“Bilinmeyen numaralardan mı alacaksın?”
“E-5 karayoluna çıkmam lazım…”
“Buna bir anlam veremedim…”
“Sen hiç görmedin mi?”
“Neyi?”
“Karayollarında köprü altlarına, istinat duvarlarına yazılı ‘Bel fıtığı tedavi edilir’ ilanlarını… Altında da cep telefonu numarası vardır…”
“Şimdi hatırladım… Hani şu el yazısıyla, yağlı boyayla yazılan ilanlar değil mi?”
“Evet abi…”
“Ama yanılmıyorsam, o ilan Türkiye’nin her yanındaki karayollarında var… Hepsindeki aynı telefon numarası mıdır? Numaralar farklıysa, bütün numaralar aynı kişiye mi aittir?”
“Bilmem, bunu hiç düşünmedim… Ya sahte fıtıkçıya gidersem?”
“Allah korusun, sakat kalırsın valla…”
“Abi, sen çok seyahat eden birine benziyorsun…”
“Eh, öyle sayılır…”
“Şimdi ben sana cep numaramı versem, sen de bu ilanlarda gördüğün telefon numaralarını bana kısa mesajla bildirsen diyorum… Olur mu?”
“Bilmem ki…”
“Yap bir iyilik yahu, ödeşmiş oluruz… Ben sana adres tarif ettim ya…”
“Peki anlaştık… Hadi gel seni evine bırakayım, araba çalışacak galiba, öyle bir umut var içimde… Aaaa, çalıştı bile… Önce markete uğrayalım, senin poşetleri alalım…”
“Sana kıyamam be abi, yoluna devam et, okulun oraya gelince de adresi lokantaya sor… Garsonlar hemşerimdir… Ne olur, ne olmaz, belki karıştırmışımdır… Nasılsa ben adres tarif edecek, poşetleri taşıtacak başka birisini bulurum… Allah’a emanet ol… Bel fıtıkçısının telefon numaralarını kontrol etmeyi de aman ha unutma!”
Ali Sefünç
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
id="wobsbn"> Web Analytics
!>!>