29 Eylül 2014 Pazartesi

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -3: "Temizlik"

İstanbul’un gece hayatını seviyorum, haftanın 3 gecesi bardayım. Bazen de türkü bara gidiyorum. Orada tanıştığım insanlar, Batı tarzı barlardaki insanlara benzemiyor. Daha duygulular. Tek duyguyla yetinmiyorlar. Üzüntüden mutluluğa, halaydan kavgaya geçiş süreleri çok kısa. Bir türkü süresi kadar… Acı duyarak mutlu oluyor gibiler. Mutsuz değilim ama onlar sayesinde derdim yokken de ağlayabiliyorum artık. Tuhaf, ağladıkça içim rahatlıyor, daha çok ağlamak istiyorum. Ağladığımı gören bir kadın kendi ağlamasını kesip beni teselli etmeye çalıştı. Bu ülkede bakanların, başbakanların neden ağladığını çözmeye başladım galiba.

Bazı geceler arkadaşlarımı eve çağırıyorum, içkisini alan geliyor. Bir de zamanında gitmesini bilseler! Üstelik evi çok dağıtıyor ve kirletiyorlar. Gitmeden önce ortalığı toplamaları gerektiğini söyledim ama işe yaramadı. İçlerinden biri, “Bu iyiliğimi unutma,” diyerek bir temizlikçi kadının telefon numarasını verdi. Ertesi gün temizlikçi kadını aradım, şivesi değişikti, anlaşmamız uzun sürdü.

İstediği fiyatı duyunca dudağım uçukladı. Günlüğü, 175 liraymış. Buna 25 lira yol parası eklemeliymişim. Cumartesi günleri gelmesini kararlaştırdık. İlk Cumartesi günü sabah erkenden kalktım ve temizlikçiyi beklemeye başladım. Neredeyse 2 saat gecikti. Bu gecikmeyi ücretinden kesme girişimim sonuçsuz kaldı çünkü o yola çıktığı saati çalışmasının başlangıcı sayıyormuş. Bitiş saati de evine varış saatiymiş, trafik yoğunluğundan gecikirse, bunun bedelini ayrıca istermiş.
Aslında bütün bunlar benim kabul edeceğim şeyler değildi ama biraz çaresizlik, biraz da merak yüzünden itiraz etmedim. Yolun neden bu kadar uzun sürdüğünü sordum. Beykoz’un bir köyünde oturuyormuş. Hemen İstanbul haritasını açtım, Beykoz’la Galata arasındaki mesafeye baktım, az değildi. Üç araç değiştiriyormuş. Yan odaya geçtim, arkadaşımı aradım, neden bu kadar uzakta oturan bir temizlikçi önerdiğini sordum. “Yakında oturanını sen bul o zaman nankör herif,” dedi ve telefonu yüzüme kapattı.

Salona geçtim, çekine çekine, “Sen neden bu kadar uzakta oturuyorsun?” diye kadına sordum. Keşke sormaz olsaymışım. “Uzakta oturan sensin, ben değilim ki!” diyerek beni bir güzel azarladı. Bu felsefi söz karşısında kafam karıştı, dilim tutuldu, cevap veremedim. Kadın susmadı, suçlamaya devam etti. Daha önce Galata’ya yakın bir semtte oturuyormuş. Biz yabancılar oralarda kalmaya başlayınca kiralar artmış, onlar da uzaklara taşınmış.

Boş içki şişelerini toplarken söyleniyordu. “Keyfiniz için para harcamayı biliyorsunuz ama bize gelince para yok,” sözü bir sataşmaydı. Çok para kazanmadığımı söyledim. “İçkiyi azalt, bizim oraya taşın, kiralar 350-400 lira, ben sana orada 50 liraya temizlik yapacak kadın bulurum,” dedi. Galata’da ev sahibim tarafından kazıklandığımı düşündüm bir an.

Temizlikçi kadın bir ara kahvenin nerede olduğunu sordu, sevindim. Sevincim uzun sürmedi, kahveyi kendisi için yapacakmış. Neyse, rica ettim, bana da bir sade kahve yaptı. Sohbet etmeye başladık. Matematik profesörü olduğumu öğrenince gözleri yuvalarından fırladı. Hükümet, dershaneleri kapatmış, özel ders alanlara karışmıyormuş. Bana bir iş teklifinde bulundu, oğluna her cumartesi matematik dersi vermemi istedi. Çocuğun başarısı artarsa, temizlik ücretini yarıya indirirmiş. Boş bulundum, teklifi kabul ettim.

Her cumartesi o çocuk ve davetsiz misafir üç arkadaşına ders vermeyi belki kabullenebilirdim ama dışarıdan yemek isteyip parayı bana ödetmeleri bardağı taşıran son damla oldu. Ayrıca o kadın her geldiğinde kafasına göre evi yeniden dekore ediyordu. Hiçbir şeyi eski yerinde bulamamak sinirlerimi yıprattı. Diş macununun ayakkabılıkta ne işi var?

Son gelişinde, “İşine son vermek zorundayım,” dedim. Yüzüme baktı, güldü, “Asıl ben senin işine son verdim,” dedi. Evine kadar gelip ucuza ders verecek bir doçent bulmuş. Seneye profesör olacak bir doçent… Adam, Beykoz yakınlarında villada oturuyormuş. O villaları biliyorum, aylık giderlerine para yetiştirmek için ek iş yapmak şart, ev kirası kadar giderleri var.

Temizlikçiyle yollarımızın ayrıldığı o günden bu yana Türklerin deyimiyle, evi bok götürüyor. Apartman görevlisinden temizlikçi bulması için yardım istedim. O bana, “Buralarda temizlikçi kadın bulmak zordur, sen en iyisi kendine temizlik hastası bir kadın arkadaş bul, onunla birlikte yaşamaya başla,” dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. Ev davetlerine ara vermem geçici bir çözüm. Temizlik hastası bir Türk kadınla birlikte yaşamanın nasıl bir şey olduğunu kimden öğrenmeliyim, bilemiyorum doğrusu.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -2: Kahvaltı


Yarın kahvaltıya davetliyim. Merak ediyorum, nasıl bir kahvaltı olacak? Türkiye, kahvaltı türleri açısından çok karışık bir ülke. Her bir türünün verdiği mesaj da bambaşka. Küçük bir şehirde kahvaltı için kavurma yemeye götürmüşlerdi. Bir başka şehirde çorba içmeye gitmiştik. Mevsim kıştı, sıcacık çorba içimi ısıtmıştı, çok sevdim.

İstanbul’a dönünce Türk arkadaşlarımı bir sabah çorbacıya götürmek istediğimde kabul etmediler. Kahvaltıda çorba içmek, kırsallığın ve fakirliğin belirtisiymiş. Onlar, Van kahvaltısına gitmek istiyorlardı, katılmak zorunda kaldım. Van kahvaltısı, ülkede bulunabilecek bütün kahvaltı çeşitlerinin bir masada sunulduğu bir tür sanki. Eksiklik aradım, bulamadım. Bence jambon ve sosis gerçekten fazlalıktı ve uymamıştı. Masadaki çeşitlerden herhangi birini reddetme şansımız yoktu. Yenmeyecek, çöpe atılacak çeşitlerin bedelini ödemeye bir anlam veremedim.

Biraz bilgi aldım, Vanlı aileler, Van’da böyle kahvaltı yapmazmış. Yapmak isteseler de, çoğunun parası yetmezmiş. Van’a tayini çıkan, ailesini büyük şehirlerde bırakan devlet memurları için yıllar önce kahvaltı salonları açılmış. Önceleri çeşit azmış. Süt, otlu peynir, bal, tereyağı gibi. Hatta oralara süt evi denirmiş. Memur müşterilerin istekleri arttıkça, çeşitler de artmış. Bu kahvaltı biçimi şimdi büyük şehirlerde moda olmuş, baş döndürücü çeşide ulaşmış.

Kahvaltının modaya dönüşmesi bana çok ilginç geldi. Belki de normal karşılamak lazım, Türkiye’de modanın bulaşmadığı konu yok gibi. Şiddet, uyuşturucu, politik ve dinsel akımlar bile modaya dönüştürülmüşse, tabii ki kahvaltının da modası olur. Bir zamanlar, büyük otellerin açık büfe kahvaltıları modaymış, şimdilerde sıradanlaşmış.

Simit ve çayla yapılan kahvaltı çok yaygın. Poğaça ve çayla yapılan da öyle. Bir de börekle kahvaltı etmeyi seçenler var. Hepsini denedim, börekli kahvaltı çok güzel. En beğendiğim, Sarıyer böreği ama her yerde bulunmuyor. Kolböreği ve suböreği, tüm börekçilerde var. Birbirinden lezzetliler. Ama beni üzen bir özellikleri var, ne zaman yesem, midem alev alev yanıyor. Çok yağlı yapıyorlar. Sordum, hiçbir börekçi hangi yağı kullandığını söylemek istemedi. Bir tanesi ağzından kaçırdı, “Pastane yağı kullanıyoruz” dedi. Özel bir karışımmış, içeriğini bilen yokmuş, evlerde kullanılmazmış. Türk arkadaşlarım benim gibi rahatsız olmuyorlar. Türkler, midesi çok dayanıklı bir millet galiba.

Üzerine pudra şekeri dökülerek yenen böreği de çok beğeniyorum. Arasına bir şey konmayan en sade börek o. Adını sorduğumda, dükkân sahibi “Küt böreği” dedi. Ama bir müşteri, “Kürt böreği” diyerek buna karşı çıktı. Bir tartışmadır başladı, iki taraf da çok kızgındı. Eskiden herkes “Kürt böreği” dermiş, son zamanlarda “Küt böreği” diyenler ortaya çıkmış. Yaşlı bir müşteri, böreğin asıl sahibinin Rumlar olduğunu söyledi ama ismini hatırlayamadı. Hangisine inanacağımı şaşırdım. Tartışma kavgaya dönüşünce, polis geldi. Böreğimi bitirmeden oradan uzaklaştım.

Türklerin bütün kahvaltı çeşitlerini öğrendim diye seviniyordum ki, çalıştığım üniversitede ders vermeye yeni başlayan bir profesör arkadaştan cemaat kahvaltılarının varlığını öğrendim. Bu tip kahvaltılarda ne yendiğinin önemi yokmuş, ekonomik ve politik sonuçlarına bakılırmış. Cuma ve Pazar kahvaltıları diye ikiye ayrılıyormuş. Yeni işler yaratacağını uman işadamları bu kahvaltılara düzenli katılırmış.

Cemaat liderinin CD’lerini alan ve izleyen katılımcılar, bir sonraki kahvaltıda liderin mesajlarını yorumlamaya çalışırmış. Liderin konuşmasını birinin tek başına anlaması kolay değilmiş. Kahvaltılara sürekli gidenlerin cemaate bağış yapması şartmış. Bağış yapıp karşılığını alamayanların durumunu merak ettim. Bazıları batıyormuş.

Cemaat kahvaltılarına son zamanlarda ilginin azalması, profesör arkadaşı çok üzmüş. Çünkü devlet, kahvaltılara giden işadamlarına vergi müfettişi yollamaya başlamış. Hükümetten korkanlar, kahvaltılara gelmiyormuş artık, katılanların sayısı 3’te 1’e kadar düşmüş, toplanan bağışlar azalmış. O bağışlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki Türk okulları içinmiş. Toplanan para azalınca, okullar ayakta duramazmış. Türk profesör arkadaşım, cemaatin zayıflamasıyla birlikte dünyanın eğitim seviyesinin düşeceğini söyleyince, dünya adına kaygılandım. Benden, Amerikalı işadamlarından bağış toplayıp toplayamayacağımı sordu, yardım istedi. Amerikalı işadamlarının yalnızca partilere bağış yaptığını bilmiyordu, açıkladım. “Biz de parti kurarız,” dedi. “Amerika’da mı?” diye sordum, cevap vermedi.

Türkiye’de kahvaltı seçimi yaparken ne kadar dikkat gerektiğini çok iyi biliyorum artık. Kahvaltı alışkanlıklarına bakarak, kişilerin sosyo-ekonomik ve kültürel analizlerini yapmak mümkün. Umarım, yarınki kahvaltı klasik Türk kahvaltısı gibi olur. Peynir, zeytin, tereyağı, reçel… Belki rafadan yumurta… Ve mutlaka demlik çayı… Böylece kafam ve midem yorulmaz.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -1: Şanslı mıyım, Şanssız mı?

Bir süredir Türkiye'de yaşadığım için şanslı mıyım yoksa şanssız mıyım, bilemiyorum. Sanırım bazı günler şanslı, bazı günler şanssızım. Dün, iyi bir gündü çünkü trafikte dayakla veya ölümle tehdit edilmeden evime varabildim.

Türk meslektaşlarımdan biri arabada beyzbol sopası taşımamı önerdi. Önceleri aklıma yatar gibi oldu, sonra vazgeçtim. Kendi beyzbol sopasını karşı tarafa kaptırdığı için dayak yiyen sürücünün kan içindeki halini televizyonda görünce, korktum. Amerika'da ayıların hayatını inceleyen bir arkadaşımın hediye ettiği biber gazını belki çantamda taşıyabilirim.

Gözlemlerime göre trafikte en rahat eden sürücüler, cip kullanan türbanlı kadınlar. Görüş alanları dar olduğu için kavşaklarda tehlikeye yol açtıklarında bile pek tepki görmüyorlar. Nedenini sordum, çoğunun hükümetle bağlantısı varmış, insanlar çekiniyormuş. Trafiğin çok yoğun olduğu bazı günler türban takarak yola çıkmayı düşünüyorum. Beyaz tenli, koyu mavi gözlü, sakalı çok gür çıkmayan biriyim. Türban takarsam, kimse erkek olduğumu anlamaz. Ama bir de anlarlarsa, casusluk suçlamasıyla yargılanırım herhalde. Üstelik, arabamın plakasını bütün öğrencilerim biliyor. Cinsel tercihlerim konusunda dedikodu çıkarsa, Türkiye'de barınamam. O zaman da böylesi şaşırtıcı bir toplumu inceleme fırsatını kaçırmış olurum.

Saat geç olmuş, birkaç elma yedikten sonra yatacağım. Elmaları musluktan akan suyla yıkamayacağım. Apartman görevlisi, şehir suyuna deniz suyu karıştırıldığını söyleyip duruyor. Haklı olabilir, tuz dökmediğim salata, ağzıma tuzlu gelmişti 2 gün önce.

Bu apartman görevlisi çok uyanık, kafası ticarete işliyor. Oğluna, damacana suyu satan bir dükkan açtı. Çok su satmak için bizi korkutuyor olabilir mi? Gazetelerde okudum, Ankara'da musluktan akan suyu içenlerin bağırsakları bozulmuş. İşin içyüzünü belediye yetkililerine sorsam mı? Yok, en iyisi bizim konsolosluğa bir sorayım, en güvenilir bilgiyi onlardan alabilirim ancak.

id="wobsbn"> Web Analytics