28 Aralık 2011 Çarşamba

Noel Baba'nın İçli İç Konuşması
























Şanslıyım çünkü dünyada gençleştirme yapılmayan tek mevkii benimki… Bana Noel Baba yerine Noel Dede deseler, daha mı isabetli olurdu? Gerçi ileri yaşta baba olan ünlülere de dede muamelesi yapılmıyor. Her neyse, fazla kurcalamayayım, magazin basınının bir bildiği vardır mutlaka…

Mevsimlik işçiler gibi kısa dönem çalışıyorum ancak angaryalarım her geçen yıl artıyor. Mevsim de hep kışa denk geliyor. Noel yorgunluğu bambaşka bir şey… Yeryüzündeki değişim baş döndürücü. Sorunum dünyayla değil, insanlarla aslında. İnsanlar bozulmasa, dünya da bozulmazdı.

Şehirler tatminsiz insanlarla doluyor, şehir planları giderek karmaşıklaşıyor. Bazı ülkelerde adresleri navigatörle bulmak bile çok zor artık… Politik eğilimlere göre verilen sokak, bulvar ve park isimleri sürekli değiştiriliyor.

Bacasız evlere, bacasız fabrikalar da eklendi. Bacasızlığın getirdiği sıkıntıları bir ben, bir de yuvasız leylekler bilir. Leyleğin birine sormuşlar, “Neden tek ayağının üzerinde duruyorsun” diye, o da alaycı bir gülümsemeyle cevap vermiş, “O ayağımı da kaldırıp düşeyim mi yani” diye. Şu sıralar dünyaya, bu filozof leyleğin mantığı ele geçirmiş kesinlikle.

Çocukları için benden hediye bekleyenler, kredi aldıkları bankaları Noel Baba gibi görüyor mudur acaba? Sanal ticarete alışamadığım için alışverişleri hâlâ kendim yapıyorum. Hediyelerin bazıları ağır geliyor. Bel fıtığım azdıkça, kas gevşetici alıyorum. O da mideme dokunuyor.

Zamane çocuklarını mutlu etmek, geçmişle kıyaslanamayacak kadar güç çünkü büyümüş de küçülmüşlerin sayısında büyük patlama var. Marka tutkunluğu kundağa kadar inmiş. Ve ilaveten sınırsız teknoloji çılgınlığı… Dağıttığım her bir hediyenin ortalama mutluluk süresi eskiden 3-5 seneyken, şimdiler de birkaç günü bile geçemiyor.

Yılbaşı görevlerim giderek çeşitleniyor. Pazar tezgahlarında çığırtkanlık yapmak, piyango bileti satmak, tacizci ve kapkaççı avına çıkmış polisleri kamufle etmek gibi işlere bulaştırılıyorum. İmaj kaybı, işte böyle bir şey…

Dünyada rekabet sınır tanımıyor. Yakında piyasaya “Helal Noel Baba” sürerler diye korkuyorum. Onun kıyafetinin biçimi ve rengi farklı olur herhalde. Bu konuyu, şöhretimi kıskanmayan bir müftü açıklığa kavuşturabilir en iyi.

Müslüman mahallesinde Noel Babalık, salyangoz satıcılığına benziyor. İslam dünyasında bana gösterilen tepki, postmodern Haçlı seferine katılan Müslümanlara gösterilmiyor. Kafam acayip karışık, Amerika da şeriatçıymış meğerse. Bunu nerden mi çıkardım? Çünkü Amerika’nın bahar getirdiği bütün ülkelerde şeriat hükümetleri kuruluyor yahu.

Misyonumu ifade etmekte bocalıyorum. Bana destek veren kavramların zayıflamasına içleniyorum. Mutluluk verme açısından “Sosyal Devlet” anlayışı da bir nevi Noel Baba işlevi görüyordu geçmişte ancak onu çoktan öldürdüler. Mezarının yeri bile belli değil üstelik.

Ölümsüz bir efsane olduğum için ben yaşıyorum fakat ne gariptir ki mezarımın yeri yurdu kimilerince besbelli. Türkiye’nin Demre kasabası diyorlar… Gerçi hakkımda rivayet boldur, hangi birine inanayım? Romatizma ağrılarım şu sıralar arttı. Efsaneleri kabul eden bir huzurevi var mıdır? Yalnızlıktan kurtulur, birkaç arkadaş edinirim hiç değilse.

Mutluluk dağıtmak yalnız başına yapılabilecek bir iş değil. Kadrolaşmayı düşündüm ancak ileri demokrasilerde örgütlü suçlardan tutuklanmamak için hemen vazgeçtim. Neyse ki şu sıralar en büyük desteği Barselona Futbol Kulübü’nden görüyorum. Verdiği mutluluğa bakılırsa, benden daha mı mükemmel? Kim bilir, belki de…

Barselonalı futbolcuların hepsi bir tuhaf, attıkları sekizinci gole de ilk golmüş gibi seviniyorlar… Şikeye bulaşmadan, antrenörlerine krampon atmadan, birbirlerine posta koymadan, tek bir santrafora bel bağlamadan bol gollü galibiyetler almaları, mucizelerin adamı olarak beni bile kıskandırıyor. Bunalınca Barselona maçlarını izlemeliyim sanki…

Her yerde Noel Baba adıyla anılmam aslında. Benimle özdeşleşen ziyafet yiyeceği de her ülkede hindi değildir. Kızılderililerin verdiği hindiyle açlıktan kurtulan Amerikalı ilk göçmenlerin eseridir bu hindicilik akımı. Eskiden kimi ülkelerde kaz pişirilirmiş. Noel alışkanlıkları da küresel standartlaştırmadan payını aldı.

Kümesteki kazın bazı kültürlerde farklı anlam taşıdığını biliyorum. Vergi ödeyenler kümesteki kaza benzetiliyormuş mesela. Tüyleri yolunuyormuş ancak kesilmiyorlarmış. Kuş sütünün yerini yakında kaz sütü alır mı acaba?

Dünya lider kadrolarındaki kalite, her geçen yıl düşüyor. Halkına mutsuzluk veren liderlerin benden daha popüler olması ağırıma gidiyor, mutsuzlaşıyorum. Mutsuzken mutluluk dağıtmak zevksiz bir iş

Uyumsuzluk, en önemli açmazım. “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uyacaksın” diyenler haklı galiba. Demodeliğimin farkındayım. Kırmızı dona verilen önem, bana verilen önemi geçti mi? Galiba Öyle...

Beklentiler yükseldikçe yükseliyor. Hediyeleri artık kargoyla mı dağıtsam? Karşı taraf ödemeli tabii ki… Kargo parasını ödemezlerse battığımın resmidir. Az hizmetle çok itibar sağlamanın yollarını bulmalıyım. En iyisi, bir başka düşünce boyutuna geçmek… Şark dünyasını etkileyen sloganlardan yararlanabilirim. Evet, şunları bir kenara yazayım da unutmayayım:
Her şeyi de Noel Baba’dan beklememek lazım…
Manevi değerimiz Noel Baba’yı yıpratmayalım lütfen…
Bir suçu varsa, tabii ki Noel Baba hakkında da adli tahkikat yapılmalıdır…
Ho-ho-ho-ho-ho…

15 Aralık 2011 Perşembe

Nafile Özür Diyaloğu

























“Özür dilememiz lazım.”
“Dileyelim mi?”
“Elbette…”
“Dileyelim ama…”
“Ama ne?”
“Gerekiyorsa dileyelim.”
“Gerekmiyor mu yani?”
“Önce sen söyle.”
“Neyi?”
“Gerekip gerekmediğini…”
“Bence gerekiyor.”
“Sen özür dileyebilirsin o zaman.”
“Peki, ya sen?”
“Dilemeyeceğim.”
“Neden?”
“Çünkü gerekmiyor.”
“Hani kabahatimiz ortaktı.”
“Yanılmışım, kabahat ortaklığı diye bir şey yokmuş.”
“Ne ortaklığı varmış?”
“Kazançsız şeylerin ortaklığı olmazmış.”
“Öyleyse, ikimiz de özür dilemeyelim.”
“O da yanlış kaçar şimdi, ‘özür’ kelimesi bir kere ağzımızdan çıkmış bulundu.”
“Ne yapmalıyız?”
“Kabahati fazla olanımız özür dilesin.”
“O kim?”
“Kendini en fazla suçlu hissedenimiz…”
“Yani kim?”
“Tabii ki sen…”
“Komiksin, lütfen saçmalama!”
“Peki, ciddi bir öneride bulunayım.”
“Nedir o?”
“Özür şaşırtması yapalım.”
“O nasıl bir şey?”
“Geçmişe gidelim… Geçmiş meseleler için özür kampanyası açalım.”
“Ne kadar geçmişe?”
“Uzak geçmişe… Yaklaşık 70-80 yıl…”
“Biz o zamanlar hayatta değildik ki?”
“Püf noktası da bu işte, o dönemin insanları özür dilesin.”
“Şimdi de onlar hayatta değiller.”
“Bu da bizim sorunumuz değil.”
“Ama biz şimdi hem kusurluyuz hem de hayattayız.”
“Bunun bir önemi yok.”
“Niye?”
“Çünkü özür, antika eşya gibidir, yıllanmışsa değer taşır.”
“Ağzından çıkana inanıyor musun?”
“İnanmak istediğimde, her şeye inanırım.”
“Hay Allah, ne yapacağız şimdi? Özür dilemeyeceğimiz için özür dileyelim hiç olmazsa.”
“Kabul, ama şimdi değil.”
“Ne zaman?”
“Hele bir 50-60 yıl geçsin, bakarız.”
“İneceğimiz durağa çok var mı?”
“Var…”
“Ben biraz kestireyim o zaman…”
“Camdan yana yaslan, geçen sefer üzerime yıkılmıştın!”

Ali Sefünç

5 Aralık 2011 Pazartesi

Nafile Kanaat Diyaloğu


















“Keyfin nasıl?”
“Kanaatimden hallice…”
“Genellikle nerde yer içersin?”
“Kanaat Lokantası’nda…”
“İnsanları nasıl anlarsın?”
“Kanaat getirdiğim gibi…”
“Nasıl geçinirsin?”
“Kıt kanaat…”
“En çok hangi yemeği seversin?”
“Kanat ızgara…”
“Beynin stop edince ne yaparsın?”
“Düz kanaat…”
“O nasıl bir şey?”
“Düz kontak gibi…”
“En çok nereye gitmek istersin?”
“Kanaatimin götürdüğü yere…”
“Hangi notu seversin?”
“Kanaat notunu…”
“En çok kime inanırsın?”
“Kanaat önderime…”
“En sık hangi kelimeyi kullanırsın?”
“Kanaatimce…”
“Benden ne öğrenmek istersin?”
“Kanaatini…”
“Hangi konuda?”
“Rahatsızlığım hakkında…”
“Şikâyetin nedir?
“Korkuyorum…”
“Neden korkuyorsun?”
“Kanaatimi kaybetmekten…”

Ali Sefünç

12 Ekim 2011 Çarşamba

Yağmurda Yine




























Durabilseydi veya yavaşlayabilseydi eğer,
içi boş karanlık bir dükkanın önünde,
aynaya özenmiş vitrin camına iliştirirdi gözlerini,
ıslak kıvrık saçlarını düzeltirdi parmak uçlarıyla,
kafasını bir o yana, bir bu yana oynatarak…
Mesela…

Gömleğinin asi yakasını hizaya sokardı,
bir yabancının gözüyle seyreylerdi bulanık suretini,
belki hoş bir hüküm verirdi hakkında,
onu özleyecek birilerini düşürürdü yadına,
can sıcaklığı arayan bir kediyi fark edene dek…
Mesela...

Hayal kurmuştu kurmasına ama yapamamıştı,
yine çok acelesi vardı...
Yine...

Yağmur kesilmişti,
çiskin kaldırımlarda koşarcasına ilerliyordu,
duramazdı, acelesi vardı yine...
Yine...

Durulmayınca da, geri dönülemezdi ki...
Bir başka yağmura erteledi,
ardı loş bir camda hayat bulacak arzularını,
bellisiz bir zaman tümseğine veya çukuruna,
çok acelesi vardı yine…
Yine…
Durgun zaman içinde, süreksiz bir hareketten ibaretti…
Ama o sonsuzluğunu ilan etmişçesine kaygısızdı,
bu kaçıncı ilan edişti, bilemedi...
Koşarak uzaklaştı, terk edilmeye alıştırdığı kendinden,
çok acelesi vardı yine...
Yine...

Ali Sefünç

26 Ağustos 2011 Cuma

Dijital Bayram


























Yola çıkış saati…
Gidilecek mesafe…
100 kilometrede yakılacak yakıt miktarı…
Bayram SMS’i ile avutulacakların sayısı…
Bayram ertesi kredi kartı borcu…
Tam pansiyon otel fiyatı…
Titrek borsa endeksi…
Ereksiyon evresinde döviz kuru…
Cari açık kuranderi…
Libya’nın bayramlık bomba istihkakı…
Öpülen Arap sayısı…
Amerika’nın borçlanma tavanı…
Avrupa’nın hastalık derecesi…
Şike taifesi ve tarifesi…
Siyasetçiden maskeli bayram kutlaması…
Okunmadan silinecek mail sayısı…
Altının onsu…
Görgüsüzün marifet dozu…
Topyekûn telekulak ayarı…
Hız sınırı…
Radar kontrolü…
Otele giriş saati…
Havuz suyunun sertlik derecesi…
Açık büfeden taşınacak tabak sayısı…
Midenin hacmi…
Tansiyonun isyanı…
Kan ve güneş yağı faktörleri…
Yaygın animasyon…
Sayılı günün çabuk geçişi…
Otelden ayrılış saati…
Bilindik yol çilesi…
Dijital bayramın sonu…
Her şey normalmiş gibi yaşamanın başı…

21 Temmuz 2011 Perşembe

Nafile Adres Diyaloğu


















“Pardon, bir şey sorabilir miyim?”
“Sor…”
“Şu adresi biliyor musun?”
“Biliyorum…”
“Tarif eder misin?”
“Ederim tabii…”
“Umarım yakındadır…”
“Bir bakayım… Hımm… Çok ters bir yere gelmişsin be abi…”
“Yapma ya…”
“Kim soktu seni bu yanlış yola?”
“Ben…”
“Şimdi buradan şey otobüsüne bineceksin önce…”
“Farkındaysan arabamın içindeyim… Onunla gitmek istiyorum…”
“O zaman biraz zor…”
“Neden?”
“Yani oraya insan kendi arabasıyla nasıl gider, hiç bilemiyorum… Tam araba alacaktım, kredi çıkmadı da…”
“Bir başkasına sorayım en iyisi, Teşekkür ederim…”
“Yok yok… Yine de tarif edebilirim... Bak şimdi buradan dümdüz gidiyorsun…”
“Ne tarafa dümdüz? Bu kavşağa bağlı yedi yol görüyorum…”
“Buranın adı Yedi Yol’dur zaten… Böylesi az bulunur… Yedi yıldızlı otel gibi yani…”
“Başındaki levhada ‘Kaymakamlık’ yazan caddeye mi girmeliyim?”
“Hayır, caminin o tarafa doğru gideceksin…”
“Etrafta cami göremiyorum ama…”
“Şu gökdelenin arkasında kaldı…”
“Niye apaçık görünen binaya göre değil de, minaresinin gölgesi bile görünmeyen camiye göre tarif ediyorsun?”
“O bina mı? İnşaatı daha yeni bitti… Hem varlığına alışamadık hem de ismini aklımızda tutamıyoruz… Çok alengirli…”
“Pek de biçimsizmiş, alışırsınız inşallah…”
“Minibüsçüler adını belleyip önünde yolcu indirdiği zaman alıştık demektir…”
“Anladım… Dümdüz ne kadar gideceğim…”
“Gideceksin, gideceksin, gideceksin… Ama unutma, dümdüz gideceksin!”
“Evet…”
“Sonra okulun oradan döneceksin?”
“Kaç kilometre dümdüz gideceğim?”
“On dakika… Yok, sanki yirmi dakika…”
“On mu, yirmi mi?”
“Hızına bağlı aslında…”
“Bir minibüsün arkasına takılırsam, ne kadar sürer?”
“Yarım saat…”
“Okulun adı neydi?”
“Neydi yahu? Hep unutuyorum…”
“Oradan sağa mı döneceğim, sola mı?”
“Aradığın adres sağda ama sen sola dön…”
“Niye?”
“Sağdan, tek yönlü geniş bir yola bağlanırsın… Ama ters tarafa doğru tek yönlü… Dönüp dolaşır tekrar buraya çıkarsın…”
“Okulun berisinden mi yoksa ilerisinden mi sapacağım?”
“Berisinden…”
“Sola saptıktan sonra ne yapayım?”
“Sonrası karışık…”
“Neden?”
“Çünkü oranın yolları eğri büğrüdür, dümdüz gidemezsin…”
“Yine mi bir tarafa döneceğim?”
“Mümkün değil, hiçbir tarafa dönemezsin… Küçük meydana kadar iki yanda da sapacak sokak bulamazsın çünkü… Belediye, istimlak parası ödemeyince, buralar öylece kaldı işte…”
“Eğri büğrü giderek nereye varacağım?”
“Karşına bir elektrik direği çıkacak…”
“Kaldırımlar elektrik direği dolu, hangisi?”
“Kaldırımdakileri değil, yolun ortasındakini söylüyorum… Bu bölgede o direğin bir eşi daha bulunmaz…”
“Gözümden kaçmaz herhalde…”
“Kaçmaz, üzerinde tel de bağlı değildir zaten…”
“İşe yaramıyorsa, neden yoldan kaldırmıyorlar?”
Altında yatır varmış galiba… Kadınlar çaput bağlıyorlar…”
“Tamam, onu da anladım…”
“Yatırın hemen çaprazındaki girilmez levhalı dar yola gireceksin…”
“Ya karşıdan gelen bir araç olursa? Ya bana yol vermezse?”
“Verir abi… ‘Sen hayatında hiç ters yoldan gitmedin mi?’ diye diklenirsen, kimse itiraz etmez… Çünkü onlar da her gün aynısını yapıyorlar…”
“Sonra?”
“Sonrasını birine sorar, anlar, sana söylerim…”
“Sorar mısın? Yani benimle mi geleceksin?”
“Evet… Evet…”
“Çok teşekkür ederim, kalsın… Zahmet etme, ben yalnız başıma yolu bulurum…”
“Zahmet değil abi, benim ev o sokakta zaten…”
“Bunu neden en baştan söylemiyorsun? Hadi gidelim bari…”
“İlerdeki marketin önünde beş dakika duruverir misin be abicim?”
“Neden?”
“Eve erzak almıştım, poşetler orda duruyor… Sana da bir şeyler alayım mı? Su, şeker, sakız falan ister misin?”
“İstemem… Benim arabanın sesinde bir anormallik hissediyor musun?”
“Yoooo… Gayet normal, tıkır tıkır işliyor…”
“Kulağıma takır tukur gibi geliyor…”
“Yapma abi, tıkır tıkır…”
“Bak, şimdi de sustu… Bozuldu galiba…”
“Gördüm, kontağı kapattın yahu…”
“Hayır, kapatmadım… Akü bitti galiba…”
“Düz kontak yapalım…”
“Bak o olur işte…”
“Kim itecek arabayı?”
“Tabii ki sen…”
“Yapamam, bel fıtığım var…”
“Bu iş kalır o zaman…”
“Siz hep böylesinizdir zaten… Yaralı parmağa işemezsiniz…”
“Biz kimiz?”
“Adres soranlar tabii ki… Dostluğunuz, yolu öğrenene kadardır…”
“Dostlukla veya düşmanlıkla ne alakası var? Sadece arabam bozuldu…”
“Ben de inandım…”
“Aradığım yere gitmekten vazgeçtiğimi var sayalım… Sana taksi parası versem, bu işi tatlıya bağlayabilir miyiz?”
“Hayır, kabul etmem…”
“Niye?”
“Eve taksiyle geldiğimi gören komşular hakkımda yanlış düşünür… Zenginledim diye alacaklarını isterler…”
“Az uzakta inip eve yürüsen diyorum…”
“Olmaz, bel fıtığım var dedim ya…”
“Doktora gittin mi?”
“Gitmedim… Biraz iyileşeyim, bu işin pirine görüneceğim…”
“Kimmiş o?”
“Adını bilmiyorum…”
“Adını bilmediğin adama nasıl ulaşacaksın?”
“Telefonunu bulmak hiç zor değil…”
“Bilinmeyen numaralardan mı alacaksın?”
“E-5 karayoluna çıkmam lazım…”
“Buna bir anlam veremedim…”
“Sen hiç görmedin mi?”
“Neyi?”
“Karayollarında köprü altlarına, istinat duvarlarına yazılı ‘Bel fıtığı tedavi edilir’ ilanlarını… Altında da cep telefonu numarası vardır…”
“Şimdi hatırladım… Hani şu el yazısıyla, yağlı boyayla yazılan ilanlar değil mi?”
“Evet abi…”
“Ama yanılmıyorsam, o ilan Türkiye’nin her yanındaki karayollarında var… Hepsindeki aynı telefon numarası mıdır? Numaralar farklıysa, bütün numaralar aynı kişiye mi aittir?”
“Bilmem, bunu hiç düşünmedim… Ya sahte fıtıkçıya gidersem?”
“Allah korusun, sakat kalırsın valla…”
“Abi, sen çok seyahat eden birine benziyorsun…”
“Eh, öyle sayılır…”
“Şimdi ben sana cep numaramı versem, sen de bu ilanlarda gördüğün telefon numaralarını bana kısa mesajla bildirsen diyorum… Olur mu?”
“Bilmem ki…”
“Yap bir iyilik yahu, ödeşmiş oluruz… Ben sana adres tarif ettim ya…”
“Peki anlaştık… Hadi gel seni evine bırakayım, araba çalışacak galiba, öyle bir umut var içimde… Aaaa, çalıştı bile… Önce markete uğrayalım, senin poşetleri alalım…”
“Sana kıyamam be abi, yoluna devam et, okulun oraya gelince de adresi lokantaya sor… Garsonlar hemşerimdir… Ne olur, ne olmaz, belki karıştırmışımdır… Nasılsa ben adres tarif edecek, poşetleri taşıtacak başka birisini bulurum… Allah’a emanet ol… Bel fıtıkçısının telefon numaralarını kontrol etmeyi de aman ha unutma!”

Ali Sefünç

24 Mayıs 2011 Salı

Gen Daralması
























Anlayamayan Adam, “Hangi genler bulunmuştur?” diye merak etti... Araştırdı… Genlerin en son bulunanı, Amerikalı araştırmacıların keşfi, “yalakalık” geniydi. … Arayan, aradığını buluyordu demek ki… Daha önce hangi genler bulunmuştu? Medyaya yansıyanların ilk akla gelenleri şunlardı:
Korku geni…
Depresyon geni…
İnanç geni…
Kahve tiryakiliği geni…
Şişmanlık geni…
Mafya geni…
Zamparalık geni…
Kokain bağımlılığı geni…
Salaklık geni…
Borçlanma geni…
Kellik geni…
Solaklık geni…
Bütün bu eğilimler genlere bağlıydı da, aksine eğilimler gensiz miydi? Veya bir gene bağlıydılar da, iplerini mi koparmışlardı? Adı fazla geçmeyen genleri düşündü... Onların ilk akla gelenleri şunlardı:
Vicdan geni…
İyilik geni…
Bilim geni…
Doğruculuk geni…
Üretim geni…
Bulunan genleri, onları araştıranların genetik yapısına bağlasa mıydı? Bulunamayan genlere uygun araştırmacı mı yetişmiyordu artık? Karar veremedi… Gen araştırmalarının kimler üzerinde yapıldığı da önemliydi sanki… Örneğin, korku geni araştırmaları fareler üzerinde yapılmıştı… Aslanlar üzerinde araştırılsaydı, belki farklı sonuç çıkardı… Araştırmacılar, araştırmacılığın genini araştırmışlar mıydı? Gen yapısı, tipe yansıyor muydu?
Her şey gen kaynaklıysa, neden birileri diğerlerini düzeltmeye çalışıyordu şu fani dünyada? Din ve devlet kuralları ile genler arasındaki ilişkiyi düşünmesi gerekenleri düşündü… Genleri zorlamanın bir gereği var mıydı? Genlerin hâkimiyeti bir kez kabul edilirse, suçlulara gen indirimi mi uygulanmalıydı? “Genim böyle, ne yapabilirim ki?” diyen birinin genine küfür etmek, manevi tazminat ödemeye yol açar mıydı? Sütü bozukla, geni bozuk arasındaki farkları ve benzerlikleri düşündü... İktidar ve muhalefet, yoksulluk ve zenginlik genlerinin bulunması yakın mıydı? Ya diğer genler? Örneğin şunlar:
Yasak geni…
Ayıp kaset geni…
Fesat geni…
Sahtekârlık geni…
Kopya geni…
Gen uyumu taşımayan çiftlerin durumuna çare bulunur muydu? Gen konusu kafasında genleştikçe, Anlayamayan Adam’ın içi daraldı… Başkalarının genleriyle uğraşmaktansa, kendi genlerine sahip çıkmaya karar kıldı… Rahatladı… Rahatlayınca, çok şaşırdı… Hiç araştırmadan rahatlama genini bulan ilk kişi o muydu? Belki aynı anda şaşkınlık genini de bulmuştu…

Ali Sefünç

25 Nisan 2011 Pazartesi

Sivrisinek Saz Heyeti

























Referandum sonrası…
Seçim öncesi...
Hasıraltı...
Pilav üstü...
Banka içi...
Okka altı...
Radyasyonun yanı başı...
Allah katı…
Yaşam hakkı…
Kulak arkası...
Mutfak tüpü…
Maden ocağı…
Can pazarı…
Güvenlik anlayışı…
Toprak altı…
Üstünkörü…
İçgörü…
Dış kapının mandalı…
Kimi solcu…
Orta yolcu…
Gönül yarası...
Kavram karmaşası…
Tavukkarası...
Ortanın sağı…
Göbek bağı...
Liposakşın yağı…
Yasakçının hası…
İmitasyon darbe karşıtı…
Duble darbe yasası...
Derin bürokrasi…
İnce hesap…
Kapı kulu...

Dünyanın derdi…

Deprem dalgası…

Ertesi gün hapı…

Ayaklanma provası…

Arapsaçı…

Afrosu, meçi…

Orta Doğu meselesi…

Bubi tuzağı…

Öküz altında buzağı…

Bölünmüş yargı…

Birleştirilmiş dava…

Mangalın külü…

Sivrisinek saz heyeti…

Kadının adı…

Mor çatı…

Natürmort…

Özgür dünya…

Tutsak dünyalı…

Yalan rüzgârı…

Vahşi batı…

Şark bülbülü…

Ayaküstü…

Yalınayak…

Manşet gündemi…

Bam teli…

Zam seli…

Sabah şekeri…

Zıkkımın peki…

Saray dizisi...
Baş tacı…

Yorgan altı…

Bacak arası…
Devetabanı…

İhale zengini…

Ankara keçisi…

Kalburüstü…

Kim kime küstü?

Hırlaşma zemini…

Geçim derdi…

Dolaylı vergi…

Mesnetsiz yergi…

İleri demokrasi…

Sessiz gazeteci…

Küresel beklenti…

Cehennemin dibi…

Kelin merhemi…

Hissesiz Harikalar Kumpanyası senedi…

Dolap beygiri…

Yel değirmeni…

Don Kişot…

Don lastiği…

Kıyamet alametleri...

Şeytani zekâ…

Ölümcül teknoloji…

Yüksek hararet…

Mantar beyin…

Ful aksesuar…


Sıfır empati…

Nafile Ayaklanma Diyaloğu



















“Ayak fetişisti misin?”

“Hayır, ağzından yel alsın…”

“Ama gözlerini ayaklarımdan ayırmıyorsun…”

“Halk ayaklanmalarına odaklanabilmek için…”

“Odaklanabildin mi bari?”

“Hayır, senin ayaklar da işe yaramadı…”

“Başka ayakları da mı denedin?”

“Evet, denedim…”

“Pes doğrusu… Derdin ne kardeşim?”

“Şeyi merak ediyorum…”

“Neyi?”

“Ne olacak bu ayaklanan ulusların hali?”

“Küresel şirketlere sormak lazım…”

“Ne alaka?”

“Ulusların değil, şirketlerin dünyasında yaşıyoruz ya…”

“CEO tanıdığın var mı? Beni işe alırlar mı?”

“Birilerini işten atarlarsa, belki…”

“Ayaklanan insanlar çok kızgın be abi…”

“Kızarlar tabii, yıllardır ekonomik tecavüze uğruyorlar…”

“Onlar da mı dekolte giyiniyordu yoksa?”

“Hayır, hep kapalıydılar?”

“Tecavüz sebebi ne?”

“Kaynaklarına sahip çıkamayanlar, tecavüzcü takımının gözüne çıplak görünür genellikle…”

“O tip tecavüzcüler de iyi hal indiriminden yararlanır mı?”

“Sömürü tarihini incelersek, evet…”

“Ayaklanmada başarı kazanmanın sırrı nedir sence?”

“Önce meydanlara inecek toplam ayak sayısına bakmak lazım…”

“Bu nasıl hesaplanır?”

“Aç ve işsizlerin toplamını ikiyle çarparak…”

“Neden ikiyle çarpılmalı?”

“İnsanlar iki ayaklıdır ya…”

“Müthiş zekisin abi… Bundan böyle nüfus sayımı yerine ayak sayımı yapsınlar bence… Çıkan sayıyı sonra ikiye bölerler…”

“Valla sen de çok zekisin, maşallah…”
“Dünyada en çok ayaklı ülke hangisidir?”

“Çin’dir…”

“Ayaklanma yaşanırsa, Çin de domino taşına benzer mi?”

“Domino taşı hafif kalır, dünyaya çarpacak göktaşına benzetmek daha doğru…”

“Devrimler çağına girdik galiba…”

“Henüz hiçbir yerde devrim olduğu yok…”

“Mısır’daki ne peki?”

“Sadece devirme…”

“Devirmeyi de nerden çıkarıyorsun abi?”

“Çünkü devrilenin yerine ne konacağı bellisiz…”

“Fransız Devrimi gibi sanmıştım…”

“Şimdilik, Arap Devirmesi gibi…”

“Birden canım sıkıldı… Devrik Arap Liderleri Toplantısı’nın ilki nerde yapılır sence?”

“Çok mu önemli?”

“İkinci el lider piyasası kurulur mu? Akdeniz oyunları ertelenir mi?”“Bunları boş ver, ayaklanmalardan alınacak asıl derslere odaklan…”

“Başım ağrıyor… Dersimi başka zaman alabilir miyim?”

“Olmaz… Sohbet yarım kalır…”

“Üşümeye de başladım…”

“Ayağını yorganına göre uzatacaksın…”

“Acayip güzelmiş, ayakkabıyı nerden aldın abi?”

“Ayak oyunlarına gelmeyeceksin…”

“Ayakkabının bağı çözülmüş sanki…”

“Öz kaynaklarını ayak bağı gibi görmeyeceksin…”

“Kaç numara giyiyorsun? 41’se, ver bir deneyeyim…”

“Mısır’a pirince giderken, Libya’daki bulgurdan olmayacaksın…”

“Ekose çorabını da çok beğendim… Şimdi sen onu bana denetmezsin korkarım…”

“Denetmem… Hijyene önem veririm…”

“Oysa ayaklarımı daha bu sabah yıkamıştım…”

“Başa örülen çoraplar yerine, ayağa örülenleri tercih edeceksin…”

“Bunları aklımda tutmam çok zor… Keşke daha kısa anlatsaydın…”

“Tek bir sözü aklında tutabilir misin peki?”

“Tabii ki tutarım…”

“Akılsız başın derdini, ayaklar çeker…”

“Bunu bilmeyen mi var abi?”

“Anlayan var mı?”

“Kimin anladığını nasıl anlayacağım?”

“Gittiği yola bakacaksın…”

“İma yoluyla Navigasyon cihazı mı öneriyorsun yani? Yayalar için ucuz fiyatlısı çıkmış mıdır?”

“Karşımda neden kıvranıyorsun böyle?”

“Çok sıkıştım be abi, acilen ayakyoluna gitmem lazım… Hadi bana eyvallah…”

“Hadi sana yallah…”


7 Şubat 2011 Pazartesi

Nafile Put Diyaloğu

















“O bir put…”
“Put değil, anıt…”
“Hayır, put…”
“Hani kanıt?”
“Put gibi duruyor…”
“Kılını kıpırdatmayan insanlar da put mudur?”
“Putlar, cansız olur…”
“Ölüler put mudur?”
“Putlar insan eliyle yapılır…”
“Evet, bu bir fark…”
“Bir de çok yüksektirler…”
“Gökdelenler put mudur?”
“Hâşâ…”
“Neden?”
“Mutlaka duası okunmuş, kurbanı kesilmiştir…”
“Bu yeter mi?”
“Artar bile…”
“O anıt da duayla ve kurban kesilerek açılsa?”
“Olmaz…”
“Neden?”
“Hedefe girdi bir kere…”
“Putperestsiz put olur mu?”
“Olmaz…”
“Anıta tapan birilerini göremiyorum…”
“Put olduğunu fark etseler, taparlardı…”
“Gökdelenperestler apaçık ortada ama…”
“Kimler?”
“Yani gökdelenlere tapanlar…”
“Gökdelenler, insanlar barınsın diye yapılıyor…”
“Modern zaman putu sayılmazlar mı?”
“Onlara ‘put’ deme, ekonomik kriz çıkar…”
“Birçoğu da çok kaba…”
“İçleri güzel ama…”
“Işığımı kesen dışları beni yakıyor…”
“Parayı bastıran alıyor, sana ne!”
“Doğru ya, paraya da tapılıyordu…”
“Büyüklerimiz her ikisine de karşı değil…”
“Büyüklere tapanlardan mısınız?”
“Yorum yok…”
“Sen hâlâ put iddianda ısrarlı mısın?”
“Varsayalım o bir anıt…”
“Hele şükür…”
“Ama fazla sevinme, yine de yıkacağız…”
“Madem o bir anıt, neden yıkmak istiyorsunuz?”
“Eğilmiyor, bükülmüyor, dönmüyor, konuşmadan muhalefet edebiliyor, bize tepeden bakıyor, düşündürüyor, sırt dönmeyi zorlaştırıyor, yıkılası çok şeyi simgeliyor… Yeter mi?”
“Artar bile…”

28 Ocak 2011 Cuma

Nafile Gelecek Diyaloğu























“Geleceğim ne olacak?”
“Hayat, gelecekten ibaret değildir…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Başkanlık sistemine geçeceğiz…”
"Geleceğim ne olacak?”
"Enflasyonu göstermeyen bir enflasyon sepeti bulacağız…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Çok ülkeli bir sisteme geçeceğiz…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yoktur…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Bitmeyen diziler gibi haftalık anayasalar yapacağız…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Akılsız vatandaşlığı teşvik edeceğiz…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Akıl tutulmasını çağrıştırdığı için ay ve güneş tutulmalarını yasaklayacağız…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Daha da küreselleşeceğiz, gözümüzden düşürmediğimiz sektör kalmayacak…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Boğaza 5’inci köprüyü, Silivri’ye 4’üncü cezaevini konduracağız…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Galaksinin en büyük adliye sarayını inşa ettireceğiz…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Aklı başında insanları çılgın projelerle çıldırtacağız...”
“Geleceğim ne olacak?”
"Baba evinde yaşadığın güzel günleri geleceğe say..."
“Geleceğim ne olacak?”
“Bizim çocukları örnek al…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Sen çok olmaya başladın ama artık. Bu gidişle coplanacaksın, gazlanacaksın…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Kesinlikle fişleneceksin…”
“Geleceğim ne olacak?”
“Geleceği maziye gömeceğiz. Geleceği kalmayanın, gelecek kaygısı da kalmaz..."

id="wobsbn"> Web Analytics