19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yorgunluk Diyaloğu


“Evlilik paylaşmaktır, şunun ucundan tutar mısın kocacığım?”
“Tutamam…”
“Neden?”
“Çünkü yorgunum.”
“Ben de yorgunum ama her bir şeyin ucundan tutuyorum…”
“Ben senden daha çok yorgunum.”
“Sürekli pinekliyorsun, ne yaptın ki yoruldun?”
“Çok zorlandım…”
“Ne yaparken?”
“Mücadele ederken…”
“Ne mücadelesi?”
“Ölüm kalım mücadelesi…”
“Hiç hatırlamıyorum, ne zaman yaptın bunu?”
“Bir süre önce.”
“Ne kadar bir süre?”
“Tam hatırlayamıyorum…”
“Bir hafta önce mi?”
“Hayır, daha eski.”
“Bir ay?”
“Değil…”
“Bir yıl?”
“Çok daha eski canım…”
“Üç yıl?”
“Daha daha eski…”
“Beni yorma, söyle bitsin bu çile…”
“Benim ki doğduğum günden kalma bir yorgunluk.”
“O günden bu güne yorgunluk mu kalır?”
“Kalır tabii. Boynuma kordon dolanmış, anam beni çok zor doğurmuş, az kalsın ölüyormuşum…”
“Anlaşılmaz bir adamsın, pes doğrusu…”
“Pes ederek kurtulamazsın, seni anan nasıl doğurmuş?”
“Sezaryenle…”
“Bak yakalandın işte, şimdi ortaya çıktı beni niçin anlamadığın…”

Ali Sefünç

2 Temmuz 2010 Cuma

"İskelede Minder Tatili" kitapçılarda...



Sıcak mı sıcak, nem oranı hayli yüksek ve büyük olasılıkla göz açıp kapayana dek bitecek bir yaz mevsimiydi... Yazlar neden giderek kısalıyordu acaba? Belli bir yaşa yaklaştığı, ömrünün bakiyesi azaldığı için mi böyle hissetmekteydi? Yoksa yaz tatillerinden haz alabilmenin özel koşullarını yerine getirmekte mi kifayetsizdi? Kim bilir? Belki de her iki olasılığın birden etkisi altındaydı artık.

Küresel ekonominin akıbeti kabaca belliydi ancak insanlığın küresel ısınmaya mı, yoksa küresel soğumaya mı kurban gideceği bilim dünyasında hâlihazırda netleşmemişti. Eğer buzul çağına girilecekse, hiçbir güneşli gün israf edilmemeliydi. Aksine, dolu dolu yaşanmalıydı… Bir buzul çağı, yuvarlak hesap kaç yüzyıla denk gelirdi? Bunu kimseler bilemezdi… Uzmanlar da mı? Ispanaktaki demir oranının yanlışlıkla on kat fazla hesaplandığı ortaya çıktığından beri uzmanlara da güven duymaz olmuştu...

Anlayamayan Adam’ın zihninde beliren küresel olasılıkların hiçbiri ışık saçmıyordu. Elini ve ayağını çabuk tutup, cephesi güneye bakan cazibeli bir tatil beldesine bir an önce kapağı atmalıydı öyleyse. Ama hangisine? Toplumun tatil alışkanlıkları son zamanlarda kökten değişmişti. Şimdilerde uçsuz bucaksız, çöpsüz kumsallar değil; daracık, taşlık sahil şeritlerinin böğrüne saplı kamalar gibi inşa edilmiş ruhsatsız ahşap iskeleler revaçtaydı. Oralara “beach” deniyordu.

Anlayamayan Adam, geçmişe takılıp kalmanın yararsızlığına inandığı için, yeni tarz tatil anlayışını şimdiki yaz mevsiminde bizzat yaşamak ve yorumlamak istedi. Göze aldığı farklı deneyim, kestirimlerini aşacak ölçüde kendini güncelleme fırsatı yaratabilirdi ona.

Öncelikle dilini düzeltmeliydi. Yıllar boyu ağızlara sakız olduğu için öz Türkçe sanılan yabancı kökenli “plaj” kelimesi yerine “beach” diyebilmek amacıyla bu tümceyi sıklıkla yinelemeye karar verdi. Tabii ki birbirinden değişik durum, eylem, düşünce ve duygu anlatan cümleler içinde kullandı:

“Beach’e gidiyorum.”
“Beach’ten geliyorum.”
“Siz hangi beach’tensiniz?”
“Beach’imin yolunu kaybettim, yardımcı olur musunuz?”
“Lütfen kalkar mısınız, o benim beach minderim!”
“Deme ya, sizin beach’te ne çok ünlü varmış!”
“Birlikte beach’leyelim mi?”
“Seninle bir beach aşkı yaşayabilir miyiz?”
“Beach erkekliğime laf ettirmem!” gibi cümleler, ilk aklına gelenlerdi.

İskele tatiline uyum sağlama faaliyetlerine, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndan ucuza edindiği bayağı iri bir beach minderi ile yakın temas kurarak başladı. Mindersiz beach, ketçapsız patates kızartmasına benzemekteydi zira. Keşifte bulunmak üzere evinin içinde şöyle bir gezindi. Sanki orayı ilk kez ziyaret eden bir yabancı gibi… Tanık olduğu dağınıklık karşısında adeta dona kalmıştı. Toparlanması, dolaplara kaldırılması veya çöpe atılması gereken ne de çok eşya vardı ortalıkta! Bu demekti ki, her insan yaşadığı evi kusur arayan davetsiz bir misafir gibi denetlemeliydi zaman zaman.

Devamı kitapta...



"Ali Sefünç bu kitabıyla bizi yine acıklı bir Türkiye yolculuğuna çıkarıyor. Öyle acıklı dediğime bakmayın. Gülmekten yer yer kırılıyorsunuz aslında. Mizahın gücü işte. Yazar bu işi çok iyi biliyor. Yalnız dikkat edin. Siz de bu kitabı kendi minderinize uzanmış okuyorken metnin içinden birileri size çok tanıdık gelebilir!.." -Mario Levi-





id="wobsbn"> Web Analytics