15 Haziran 2009 Pazartesi

Mayın Jimnastiği


Bir bahar mevsimiydi. Bahar temizliği yapmak, bekâr olduğu için Anlayamayan Adam’ın başına kalmıştı. Yerleri klasik yöntemle silerken kafasına mayın temizliği takıldı birdenbire.

Bir fıkrayı andırıyordu bu mesele. Kahramanlardan biri Amerikalı, biri Türk, biri Arap ve biri İsrailliydi galiba. Onlar bir gün hep birlikte “Google Earth”e girip uydu bakışlı gözlerle dünyayı izlerken Suriye sınırımızdaki mayınlı sınır hattını tesadüfen bulmuşlardı sanki.

Orası pek mümbitti. Neden? Çünkü yarım asırdır ekilmemişti ve alabildiğine tozluydu. Bir hafta temizlenmeyen evde bile işaret parmağı kalınlığında toz birikiyorsa, Suriye’den esen kum fırtınalarıyla diz boyu tozlanmış olmalıydı o arazi. Toz, toprağın özüydü.

Şimdilerde herkes ahkâm kesiyorsa, Anlamayan Adam da pekâlâ “Mayın Jimnastiği” yapabilirdi. Her zaman beyin jimnastiği yapılacak değildi ya! Özgür bir beyin, mayından daha tehlikeliydi ne de olsa, ulusal çıkarları gözetmeye kadar vardırabilirdi faaliyetlerini.

Kirlenmiş yer bezini durulamak için kovaya daldırdığı sırada bazı sorular belirmişti beyninde. O mayınlar soğuk savaş döneminde, “Tarlaya ektim soğan” türküsünü unutturabilmek için mi toprağa gömülmüştü? Milenyumdan sonra –kısaca MS– Türk tarımının gözden çıkarılacağının ilk işareti miydi bu sınır mayınlaması?

Duruladığı bezi kovadan çıkarttı, iyice suyunu sıktı. Yer paklandıkça ahşap zemindeki budaklar göze batıyordu. Budak benzeri olasılıklar belirmişti zihninde. Mayın Jimnastiği aktörlerine rolleri, bayrağı çok yıldızlı ünlü bir yönetmen tarafından paylaştırılmıştı galiba. Mayınlı tarlaya kaçınılabilir veya kaçınılmaz bir nedenle dalan Türk, bedeninin bir parçasını yitirirken; Suriyeli, tarlasını ve keyfini sürmüş; İsrailli, Sam Amca’sından ona da verimli topraklar bağışlamasını dilemiş –kutsal toprağı zaten vardı– Suudi Arap ise mayın altı edilen petroller için “yalelli” çekmiş olabilirdi.

Yer silmek çok zordu. Anlayamayan Adam’ın beli ağrımaya, diz kapakları acımaya başlamıştı. Arkadaşları onu, “Sen niye uğraşıyorsun? Bir temizlikçi kadın tutsana!” diye defalarca uyarmışlardı. Aslında denemişti ama hiçbir temizlikçi onun kadar iyi temizleyemiyordu evi.

Anlayamayan Adam merak ediyordu, şimdi durum neden değişmişti? Mayınları biz niye çıkartamazdık? Bu işi kotarmak organik tarım yapana yaraşırdı da, normal tarım yapan yüzüne, gözüne mi bulaştırırdı? “Toprak Ana”mız oralarda üveyleşmiş miydi? Yabancı menşeli mayına alışkın tarlada yerli çiftçinin ürünü kök salamaz mıydı? Her şey mümkündü galiba çünkü tohumlar da yabancı menşeliydi artık. Genetiği bozulanın niyeti de bozulabilirdi pekâlâ.

Kovadaki suya dalıp çıktıkça buruşukluğu artan ellerine baktı hayıflanarak. Tahriş olmaya başlamışlardı. Deterjanlar sağlığa zararlıydı. Tıpkı genetiği değiştirilmiş tohumlar gibi… Deterjanın organik olanı var mıydı? Arayıp bulmaya karar verdi.

Mayınla tarım iç içe değerlendiriliyordu şu sıra. Geçmiş yıllarda Suriye ile aramızda bir savaş çıksa, Silahlı Kuvvetler’i karşı tarafa geçirebilmek için mayın temizleyebilen organik tarımcı mı aranacaktı? Bulunamazsa, savaşmaktan mı vazgeçilecekti? Bu sorular çok abartılıydı ancak abartısız ne kalmıştı ki politi-ekonomik hayatımızda?

Parasal kaynak meselesi her alanda ciddi sorundu. Temizlikçi kadın tutmamasının bir diğer nedeni paraydı zaten. Gündelikler ateş pahasıydı. Temizliğe para vereceğine, indirimli marka giysiler alırdı kendine. İlaveten, yeni nesil bir cep telefonu…

Seçme hakkını kullanan yalnız o muydu? Hayır… Kamuyu yönetenler de tercih listesi yaparlardı. Örneğin, “Lale Devri” ihtiyaçlarına para vardı ama mayın temizlemeye yoktu. Geçmiş dönemlerde de aynıydı aslında. Çok gerekli işler yapılmak istediğinde kaynaklar saklambaç oynamaya başlardı çoğunlukla. “Organik elma dersem çık, armut dersem çıkma” diye seslenilmeliydi şimdilerde saklanan paraya. İşin bedeli çok mu büyüktü? Çıplak gözle bakılmayınca, kullanılan büyütecin büyüklüğüne bağlıydı galiba.

Evin deterjan masrafının eskiye nazaran artığını fark etti. O mu çok harcıyordu yoksa deterjanların kalitesi mi bozulmuştu? Hesabını bilmeyenin başı dertten kurtulmazdı! Mayına harcanacak para hesaplanıyordu da, mayınsız araziden 44 yılda kazanılacak para neden hesaplanmıyordu peki? Matematiğimize ambargo mu konmuştu? Ambargolar yalnızca “Ecevit” dönemine özgü değil miydi?

Mayın ayıklamak için neden sermayenin İsraillisi gündemdeydi? İşte bunu çözmüştü Anlayamayan Adam. Çünkü vatandaşı öz varlığına yabancılaştırmanın çift etkili, mavi boncuklu formülü bulunmuştu:

Eğer bir varlık Araplara verilmek isteniyorsa, “İsraillilere verilecek” deniyor; eğer İsraillilere verilmek isteniyorsa da, “Araplara verilecek” lafı ortaya atılıyordu.

Her iki seçeneğin de muhalifleri isyana hazırdı. İhale konusu varlık iki taraf arasında gidip gelen pinpon topuna döndüğü an itirazcıların başı döner, şuuru bulanırdı.

Buna rağmen itirazlarında ısrarlıysalar bir orta formül bulunuyor, “Şu öz varlığınızı Batı’lı bir firmaya verin de kurtulun bari” deniyordu. Batı’lı şirketin büyük hissedarları Arabistanlı ya da İsrailli olsa bile direnmekten bitap düşenler son teklifi onaylıyordu genellikle. Nasıl olsa Arap ve Yahudi sermayesinin görüntüsü saf dışı edilmiş, öz varlığı dışlama fikrine alışılmıştı.

Deterjandan vazgeçip, Arap sabunu mu kullansaydı? Daha ucuzdu ama değişiklik yapmak hiç kolay değildi. Alıştığı deterjanın kokusunu duymadıkça, evinin temizlendiğine ikna olamıyordu zira. Kullandığı deterjan kimin malıydı acaba? Kovanın içindeki kirli suya, yüzeydeki ölgün köpüklere baktıkça şuuru bulanmaya, başı dönmeye başladı.

Mayın temizleme fıkrası büyük olasılıkla Hollywood menşeliydi. Arap ve İsrailli için hava hoştu, Türk’ün istikbali ise loştu. Belki de fıkra kahramanı Türk kerhen karşı koymaya çalışmıştı. Başarılı olmuş muydu? Hayır… Peki neden? Çünkü fıkranın bir kuralı vardı: Kural koyucu “BOP” deyince akan sular duruyor, metal kaplı mayını çıkarttıktan sonra organik tarım yapmak bir yabancıya kalıyordu. Her şerde bir hayır ararsak, Türkçemiz zenginleşmişti bu sayede. “Hop dedik!” yerine, “BOP dedik!” diye uyarıldığımızda bunu anlayabilirdik.

Yer temizliği henüz bitmemişti ama kovadaki suyun taharet gücü yitmişti. Anlayamayan Adam mikrop yuvası suyu klozete boşaltıp sifonu çekti. Kova tekrar temiz suyla dolunca belki de içi ferahlayacak, beli doğrulacaktı.

Son birkaç soru daha kalmıştı Anlayamayan Adam’ın kafasında: İhale yabancısına yol gösteren bir yerli ortak ayarlanmış mıydı? Ayarlanmışsa, adı-sanı belli miydi? Mayını alınmış sınırdan petrol fışkırırsa, organik tarımda inat edilir miydi? İhale metnine, “Petrol çıkarsa bedeli ödenir!” maddesi eklenir miydi?
Bütün bu sorulara yanıt bulunamazsa, konu bir başka bahara kadar derin dondurucuya kaldırılır mıydı?





Ali Sefünç Haziran 2009


İsimli ve yazıyla ilişkili yorumlar dikkate alınır.

5 Haziran 2009 Cuma

Yabancılama


Yer, Ortaköy meydanının tam ortasıydı. Düzgün kıyafetli, ürkek davranışlı iki adam, kaygılı bakışlarla etrafı süzüyorlardı. Türkçe konuşuyorlardı, ama aksanları bozuktu.

Gördüğü ilk andan itibaren Anlayamayan Adam’ın dikkatimi çekmişti onlar. Merakla çevrelerinde dolaştı önce, sonra yanlarına yaklaştı.

“Eğer adres arıyorsanız size yardımcı olabilirim” dediğinde, aralarında bir sohbet başladı. O sırada danışmanlarını bekliyorlarmış. Anlayamayan Adam’ın aklına sohbet açıcı başka sorular da gelmişti:

“Buralara yabancısınız galiba?”
“Evet...”
“Ne işle meşgulsünüz?”
“Biz yabancı yatırımcıyız.”
Anlayamayan Adam, çok mutlu olmuştu. Yabancı yatırımcının adını sıklıkla duymuştu, ama hiçbirini bu kadar yakından görmemişti. Her yeni bütçe yılında, göç eden leylekleri bekler gibi bekliyorduk onları. “Yabancılar” denince, onun aklına daha çok uzaylılar gelirdi.

Tanıma fırsatını kaçırmayıp bu yabancıları incelemeliydi. İçlerinden birine dokunsa mıydı? Türkçe konuşuyor olmaları garipti.
Bu halleriyle, ona hiçte yabancı gibi gelmemişlerdi.
Kimlik sorgulayan bakışlardan kurtulamayınca, açıklama yaptılar. Kumral, uzun boylu olanı Hollandalıymış. Türkçe’yi, Amsterdamlı bir Türk’ten öğrenmiş. Öyle olduğu da belliydi zaten.
Onların esmer ve tıknaz olanına, “Yoksa o Hollandalı Türk siz misiniz?” diye sordu.
O, “Hayır, değilim... Annem beni Amerika’da doğurmuş da, o yüzden yabancıyım” diye yanıtladı.
Anlayamayan adam şimdi anlamıştı, son zamanlarda bunca insanın neden Amerikalarda çocuk doğurduğunu, çift pasaportlu yabancı yatırımcının neden bu kadar bol olduğunu.
Türkçeleri bozuktu, ama işleri tıkırında olmalıydı. Yabancıya borsada sıfır vergi uygulanıyordu. Onlara verilen sıfır, vatandaşın payına düşene benzemiyordu. İşte o an yabancı olası geldi. Biraz yabancılaşma yaşasa, o da yanındakiler gibi ‘yabancı yatırımcı’ olabilir miydi?
Yabancı yatırımcılar bazı sorunlardan dolayı üzgündüler şimdi.
Parayı borsaya yatırmışlar, sonra da kaldıramamışlardı Yerel ve küresel belirsizlikler planlarını bozmuştu çünkü.

“Üretime katkısı olmayanlar yatırımcı sayılır mı?” diye sordu, Anlayamayan Adam.
Onlar, “Biz parayı neye yatırırsak, o yatırım sayılır. Önemli olan, yatırma eylemin gerçekleşmesidir! Dolayısıyla, yatıran herkes yatırımcıdır” dediler. Anlayamayan Adam, topluca sırt üstü yatırılabileceğimizden korktu işte o an.
“Ayıp oluyor ama beyler!” diyerek teessüflerini bildirdi. Yabancılar paralarının derdine düşmüşlerdi, onu duymadılar bile. Çünkü kazançtan kayıpları büyükmüş. Zamanında dövize girememişler. Ama hala umutları vardı. Organik tarıma açılacak upuzun bir sınır hattından söz ediyorlardı aralarında. Heyecanla danışmanlarını beklemekteydiler. Kalabalığın içinden birini parmakla göstererek “İşte geliyor” dediler. Anlayamayan Adam da üzerine vazifeymiş gibi, “Hangisi?” diye sordu...
Takım elbiselisi...”
“Kel, orta boylu, sinekkaydı traşlı olan mı?”
“Hayır... piknik tipli, ince bıyıklısı...”
“Hani şu kılçık gibi, sarışın, maviş gözlü turistin yanındaki mi?..”
“Evet evet o...”
“Ama o basbayağı yerli biri...”
“Evet, biz de yerli danışmana danışıyoruz zaten... Her kesimden simsar tanıyor, siyasetin dilini çok iyi biliyor. Akademisini bitirmiş galiba”
“O turist danışmanınızın yanından neden ayrılmıyor? Birlikteler mi? Danışman aynı zamanda rehberlik de mi yapıyor?”
“Siz de çok espriliymişsiniz... Turiste benzettiğiniz o adam, yerli danışmanımızın danışmanıdır... Hiçbir görüşmeyi kaçırmaz.”
Anlayamayan Adam şaşkına dönmüştü. Kafasındaki ‘yabancı yatırımcı’ kavramı, yerle bir olmuştu birdenbire. Hoşça kal bile demeden, kaçarcasına uzaklaştı onlardan, oralardan ve o düşüncelerden.
Yabancılar, hangi balık restoranına gideceklerini kararlaştırıyorlardı o sırada. Canları tereyağda karides çekmişti.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Nafile Diyalog - 1 - Kabak etkisi



- Biliyor musun ne olmuş?
- Mutlaka biliyorumdur.
- Öyleyse hiç anlatmayayım.
- Yok yok, sen yine de anlat. Bakalım ne kadar iyi biliyorsun?
- Hep böyle yapıyorsun, dilsel soğukluk getiriyorsun adama. Bak anlatmam ha!
- Ne o? Bildiklerini unuttun değil mi? Şimdi de beni bahane ediyorsun.
- Saçmalama! Neden unutayım?
- Onu ben bilemem artık. E peki, ne olmuş?
- Bir uçak pistten çıkmış.
- Ben biliyorum o olayı, neredeyse iki ay oldu. Sen daha şimdi mi duydun?
- Yok yahu, bahsettiğim uçak bu sabah pistten çıkmış.
- Vah vah, aynı uçak mıymış?
- Ben ne bileyim kardeşim, aynı uçak değildir herhalde.
- İnerken mi, kalkarken mi pistten çıkmış?
- İnerken…
- Motoruna kuş kaçmıştır mutlaka.
- Onu da nerden çıkardın?
- Kuşluk vakti inen uçakların başına bu gelir genellikle. O saatlerde uçakların inmesi sakıncalı bence...
- Hadi ya! Kuşlardan başka olasılık yok mu?
- Neden olmasın? Kuşlar masumsa, o zaman kaptan pilot sarhoştur.
- Sabahın köründe kim alkol alır kardeşim?
- Akıllım, sen sabahın körü san! Ya o uçak Brezilya’dan geliyorsa? Eğer öyleyse yola gece çıkmışlardır, pilotların kafası iyidir kesin. Anlarsın ya; samba, karnaval falan…
- Haberlerde öyle bir ayrıntı yoktu. Pilot alkollüyse, bu belli olmaz mı?
- Hem olur, hem olmaz.
- O niye?
- Kaza oldu mu medya pilotları kollar, uçakları suçlar.
- Neden öyledir?
- Her gazetecinin bir pilot akrabası vardır ama uçak fabrikası sahibi akrabası yoktur.
- Hiç sanmıyorum. Zaten konumuz gazeteciler değil, uçak kazası kardeşim!
- Pilotaj hatası yoksa pistte bir sorun vardır abi. Boyu kısaydı zaten.
- Diğer uçaklar da aynı pistte inmiyor mu? Neden boyu kısa olsun ki?
- Ayık pilotlar pistin en başına inip sıkı fren yapıyorlardır. Bu uçağın kaptanı kesinlikle sarhoştur.
- Yine aynı suçlamaya döndün. Senin anlayışında da bir kısalık var galiba.
- İddiaya var mısın? Pist kısa abi.
- Gerçi pistlerden birinin uzatılacağını duymuştum ama…
- Bak, ben haklıyım işte.
- Aksi düşünülemez zaten, hep sen haklısındır. E ne bekliyorlar o zaman? Bir an önce pisti uzatsınlar bari.
- Uzatırlarsa başka sorunlar çıkar, ileride ölümlü kazalar artar.
- İlginç bir yorum… Kazalar neden artsın?
- Pist uzayınca, uçaklar pistten hiç çıkartmayacak mı sanıyorsun?
- Evet, öyle sanıyorum.
- Çok yanılıyorsun abi. Mesafeyi bol bulunca, iniş takımlarını pistin tam ortasına değdirir bu maceracı pilot takımı.
- Yorumun mantıklı gelmedi.
- Arap da hacı yağını bol bulunca baldırına bacağına sürmüyor mu?
- Bilmem… Öyle mi?
- İnsanlardaki israf anlayışı, Arap-pilot ayrımı tanımaz abi.
- Diyelim ki haklısın. Nasılsa pist daha uzun olmayacak mı? Duramayan uçak yine pistin dışına çıksa da çamura saplanır. Ama eminim ki bu tür kazalar azalır.
- Orada toprak olmayacak ki saplansın. En az 5-10 aile telef olur. Her aileyi 4 kişiden sayarsak, 20-40 kişi gider abi.
- Ailelerin ne işi var orada? Piknik mi yapıyorlar?
- Piknik yasak.
- Ne var o zaman?
- Orası şimdi boş ama ileride TOKİ Bloklarında oturanlar olacak abi.
- TOKİ bloklarının ne işi var pistin ucunda?
- Yeni imar planı çıkmış, 2000 haneli site yapacaklarmış. İnşaat bittiğinde pistten çıkan uçaklar binalara toslayacaktır doğaldır ki.
- İnanılır gibi değil! Sen kalk, havaalanı alanına tecavüz edip binalar kur. Büyük haksızlık…
- Bence haklılar, İstanbul’da boş arsa mı kaldı?
- Sen de bir anormallik var mı?
- Yoooo. Çoğunluk benim gibi düşündüğüne göre çok normalim abi..
- Nereniz normal?
- Komple her tarafımız. Biz zaten normal olduğumuz için çoğunluğuz. Gerçi sayımız daha azken de normaldik ama sesimizi duyuramıyorduk...
- Çoğunluk olmak normalliğin kanıtı değildir bence…
- Bal gibi kanıtıdır.
- Sana katılmıyorum.
- Referanduma götürelim o zaman.
- Öf, sıkıldım. Normalliği, anormalliği bir kenara bırakıp gerçeklere bakalım. O bölge havaalanı için ayrılmış bir kere, site için başka yer bulsunlar.
- Bekâra karı boşaması kolay tabii… Kastettiğin başka yerler kent merkezinden öyle uzak ki, para etmiyor.
- Şehir merkezine yakın başka yerler bulsunlar o zaman.
- Denizin içine mi yapsınlar abi?
- Mantıksızlığına hayranım doğrusu. Ben de sana uyarsam, “Denize yapsınlar” der, çıkarım işin içinden kardeşim.
- Otoyol ve pist manzaralı evler, denize nazır olanlardan daha revaçta şimdilerde.
- Yine de bir denizi düşünsünler.
- O da fena fikir değil aslında. Marmara denizini tamamen doldursalar ne arsa çıkar ama. Çanakkale’ye kadar yolu var. İki boğazı birleştiren bir kanal da bıraktın mı arada, tamamdır...
- Konuşmayı sulandırma, biz asıl habere dönelim.
- Ne haberiydi?
- Uçak pistten çıkmıştı ya…
- Hangi havayollarınınmış?
- Kenya mıymış yoksa Kongo muymuş neymiş? Afrika ülkelerinden biri olduğu kesin ama.
- Yahu bunu baştan söylesene abi. Ne diye uğraştırıyorsun beni. Kaza nedeni apaçık belli.
- Hadi ya! Yine ‘Şıp’ diye bildin yani.
- Tabii abi. Şimdi bunlar Afrikalı ya, kalıbımı basarım kabak lastik kullanıyorlardır. Balatalar da az biraz erimiştir. Bilirsin, sabahları pist zaten nemlidir. Lastikler de kabak olunca uçak duramamıştır.
- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?
- Şaka mı yapıyorsun? Benden kaçmaz, kabak lastiğin başa ne belalar açtığını iyi bilirim.
- Bu konuda uzmanlığın mı var?
- Kabak lastik yüzünden kazaya uğramıştım bir zamanlar.
- Uçakla mı?
- Hayır, arabayla?
- Uçakla araba kazası nasıl benzetilebilir? Birbirinden o farklı araçlar ki…
- Dert etme abi! Ben araçları değil, lastiklerini benzettim zaten. Bütün lastikler birbirine benzerler ya. Havayla şişirilmişlerdir ve yuvarlaktırlar…
- Bu tanıma uyan başka şeyler de var ama…
- Ne mesela?
- Boş ver. Hava ve kara yollarını birbirine karıştırmasak derim!
- Aslında ben kısa süreliğine pilotluk da yaptım.
- Ne pilotluğu?
- Dalış pilotluğu.
- Öyle bir pilotluk mu var?
- Şaka yaptım abi… Pervaneli uçaklarla tarım ilaçlaması yapıyordum. Dalış yapıyorsun ve ilacı püskürtüyorsun.
- Ne güzel işte, tam sana göreymiş.
- İyiydi ama sürdüremedim.
- Niye bıraktın?
- Küçük bir kaza oldu da.
- Nasıl bir kaza.
- Bir tarlaya dalış yaparken önüme aniden iki katlı bir ev çıktı.
- Ev niye önüne çıksın? Hareket eden sensin be kardeşim!
- Sen kimden yanasın be abi?
- Haklıdan yanayım tabii ki.
- Tamam, anladım. Benden değil, evden yanasın.
- O ev daha önce orada yok muydu?
- Vardı aslında.
- Rotayı mı karıştırdın, evin varlığını mı unuttun?
- Yok be abi. O çiftlik evi daha önce tek katlıydı. Oğlu evlenecek diye adam evinin üstüne bir haftada kat çıkmış. Nerden haberim olsun?
- Seçim öncesi miydi?
- Evet ya.
- Kötü mü çarptın?
- Az biraz… Kanadın biri koptu.
- Sana bir şey oldu mu peki?
- Mecburi iniş yaparken tarladaki ürünler kafama çarptı.
- Yine kusur olduğu yerde duranda yani…
- Canı yanan benim ama…
- Tarlada ne ekiliydi?
- Bal kabağı… Birkaç ay hastanede yattım.
- Anlaşıldı, senin kısmetin kabaktan açılmış.
- Aksine, kısmetim kabaktan kapandı. İşten atıldım.
- Kazada en çok ne tarafın zarar gördü?
- Tam hatırlamıyorum.
- Hangi serviste tedavi gördün?
- Çapraz sorguyu boş ver şimdi abi. Sonra bir ara anlatırım. Biz ne diyorduk? Hah, site meselesi… Havaalanı manzaralı bir evim olmasını öyle isterim ki…
- Hayale bak! Gürültüden uyuyamazsın, ne cazibesi var o evlerin?
- Penceresinden uçakları sayarım.
- İnenleri mi, kalkanları mı?
- Bunu hiç düşünmemiştim. Yahu gerçekten, ben hangisini sayayım? Yoksa her ikisini de mi? Çok zor olur ama.
- Kolayı var zeki kardeşim. Yalnız inenleri sayarsan kalkanları da saymış olursun. Veya tam tersi…
- Doğru ya, inmemiş bir uçağın kalkması imkânsızdır. Öyle değil mi?
- Öyle tabii. Merakımı bağışla, uçakları neden saymak istiyorsun?
- Alışkanlık meselesi. Hayatımın ilk yıllarında yoldan geçen arabaları sayardım.
- At arabası mı, kamyon mu?
- Çocukken kamyon, sonraları otobüs… Askerlik bitince de, kısa bir dönem kırmızı vosvagen...
- Vosvagen niye?
- Dileğim olsun diye...
- Şimdi hatırladım. Kaç kırmızı vosvagen olunca dilek gerçekleşiyordu yahu?
- 100 vosvagen abi...
- Bayağı da varmış. Artık trafikte vosvagen de kalmadı ki, dilekler gerçekleşsin. Örneğin; senin şu havaalanı manzaralı TOKİ dairesi...
- Yok be abi, kırmızı vosvagen böyle dileklere işlemez. Dilediğin evi alabilmek için para saymak lazım.
- Bir an hatırlayamadım, vosvagenle ne dilek tutuluyordu?
- 100 taneyi tamamlamanın ardından ilk karşılaştığın kişiyle evlenebilmek için.
- Bu tür şeylere yalnızca genç kızların inandığını, koca için vosvagen saydıklarını sanırdım.
- Ben de öyle bilirdim ama bir kere olsun şansımı denemek istedim.
- Dileğin tuttu mu peki?
- Ne yazık ki tuttu!
- Haydaaa! Pişmanlık niye?
- Sayıyı tamamladıktan 5 dakika sonra, zar zor terk ettiğim eski sevgilimle köşe başında karşılaşmayayım mı?
- Sonra ne oldu peki?
- İlişki yeniden başladı.
- Onunla evlenmek zorunda mıydın? Hakkını bir sonraki için kullansaydın.
- Abi tamam, bunu ben de düşündüm ama karşı koyamadım. Sanki ilahi bir güç beni ele geçirmişti.
- Hâlen onunla mı evlisin?
- Evet, iki de çocuk var. Ellerinden öperler.
- Yeni bir evlilik için yine araba saysaydın. Mesela kırmızı Porshe...
- Araba saymanın bendeki hatırası kötü, bir kere daha denemeyi göze alamadım.
- Ama şimdi uçakları saymayı düşünüyorsun…
- Anca kendime geldim. Modernleşmek, çağa uymak lazım. Belki uçaklarla tutulan dilekler de vardır.
- İnanç batıl olduktan sonra, araba yerine uçak sayarak nasıl modernleşilir ki?
- Abi, sen farkında değilsin galiba? Yenidünya düzeninde modern araçlarla ilişki kurduğun, ona sahip olduğun veya kullandığın an otomatikman modernleşiyorsun.
- Batıl inancı ne yapıyoruz peki?
- O aynen duruyor, inancı değiştirmeye hiç gerek yok. Yeter ki araçlar modern olsun.
- E çüş artık. Modern silah kullanılarak yapılan katliamlar çağdaş eylem mi oluyor? Ya lüks hayat yaşarken feodalliğine zirve yaptıran birinin demokratlığına ne demeli?
- Modern araçlar ön plana çıkınca, suçlu arada kaynıyor abi. Katil bile olsa… Son cümlen de çok güzeldi ama bak işte onu anlayamadım.
- Çok saçma. Konuyu değiştirelim.
- Abi şimdi birden aklıma geldi, bana biraz borç verebilir misin?
- Ne alaka?
- Birkaç günlük sıkışıklığım var da.
- Hiç nakdim yok valla?
- Anladım. Paran olsa verirdin değil mi?
- Tabii ki verirdim.
- Ben de teşekkür ederek alırdım abi.
- Verildi mi alınır canım.
- Aldım gitti o zaman.
- Neyi?
- 5.000.- lirayı…
- Kimden?
- Bizim Müjdat’tan abi… Sana borcu varmış, iletmem için bana vermişti.
- Allah’ım sen bana sabır ver! Biz nerden geldik bu noktaya?
- Uçak kazasından.
- Bak kardeşim o paranın yeri var. Yengen tek taş pırlanta yüzük alacaktı o parayla…
- Benimki aldı bile. 12 ay taksitle almayanı dövüyorlar.
- Taksiti hiç sevmem.
- Seni çok iyi gördüm be abi, zayıflamışsın galiba…
- Ne zayıflaması? Kilo aldım. Her neyse, 5.000.- diyorum…
- Gram’dır sanırım, o kadar kilo almış olamazsın.
- Lira diyorum ulan… 5.000.- lirayı senden almam lazım kardeşim.
- Yenge nasıl? Sağlık, afiyet yerindedir umarım. Çocukların okul durumu iyi mi? Bir gün yemeğe bekleriz. Gelmezseniz valla küserim.
- Tamam tamam, anlaşıldı. Ne zaman ödeyeceğini söyle bari…
- En kısa zamanda tabii ki.
- Ne kadar kısa?
- İlk karşılaşmamızda…
- Sözünü tut ama!
- Tutmaz olur muyum? Öpeyim abi.
- Az önce öptün ya, daha ne istiyorsun?
- O sayılmaz.

Ali Sefünç


Keçileme


Keçileme Ege ve Akdeniz kıyılarına yaptığı her seyahatte, keçiler takılırdı kafasına. Stabilize yol kenarlarında, 2/B’ye dönüştürülmesi caiz ormanlıklarda görürdü onları. Bazen de plaj manzaralı bir yamaçta… Güneşlenen üstsüzlere, inşaat sezonundan bakiye röntgenciler gibi dikerlerdi gözlerini.

Anlayamayan Adam, şimdi bir kez daha keçiler coğrafyasındaydı. Karnı acıkmış, canı çöp şiş çekmişti. Yol kenarında çardak altı bir restorana girdiğinde, yine o soru belirmişti aklında aniden:
Otlatılan, yapraklatılan keçilerin akıbeti ne oluyordu acaba?
Keçiler sayılamayacak kadar çoktu, ancak ortada keçi eti yediğini veya birilerine servis ettiğini söyleyen yoktu...

Vitrininde, “Keçi eti satılır” levhası asılı kasap olmadığı gibi; mönüsünde, “Terbiyeli keçi şiş” yazan restoran da bulunmuyordu.
Eğer karın doyurmuyorlarsa, on binlerce keçiyi beslemenin ne âlemi vardı?
Beslenip büyütülüyorlardı da ne oluyordu?
İçlerinden meslek erbabı çıkmadığı malumdu. Yalan değilse, tek bir şansları vardı.Koyunun olmadığı yerde ‘Abdurrahman Çelebi’ olmak...
Bıçak altına yatırılmıyorsa o keçiler, belli bir süre yaşayıp ecelleriyle mi ölüyorlardı?
Eğer öyleyse, neden o yöredeki kasabaların ‘Asri Keçi Mezarlığı’ yoktu?
Mis kokularıyla, Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığı’nın kadrolu süs hayvanı mı oluyorlardı?
Anlayamayan Adam, başka ipuçlarına gereksinim duyunca, ishal olan birileri var mı diye de bakınmıştı, keçilerle sıcak temas kurduğu her bölgede. Dişi keçi etinin bağırsak bozduğu, etobur kentli efsanesiydi ne de olsa.

Ayak bastığı topraklarda buna dair yıvışık bir kanıt elde edememişti o güne değin…
Yalnızca, zeytine benzetip birkaç kez ağzına atmaktan kendini alamadığı miktarlıca keçi boku habbesine rastlamıştı keçi yollarında. Dişi keçi etinin bağırsaklara dokunduğu gerçek miydi? Bu iddiada doğru değilse, iddiacıların bağırsaklarında yaşanan psikosomatik bir araz mıydı?
Daha da önemlisi, koyunun bulunmadığı yerde keçi eti yememek mümkün müydü?
Olamazdı herhalde, hayvancılık sektörünün ekonomik ruhuna aykırıydı böyle bir şey.
Cinsi saklanarak veya önüne ‘koyun’ sıfatı eklenerek çöp şiş yapılınca, keçi etinin lezzetine doyulmuyordu belki de.

Anlayamayan Adam, soru işaretlerinden iyice bunalmıştı. Kabaran iştahını oyalamak için bir bardak yayık ayranı istedi, keçi sütünden yapılıp yapılmadığı sorgulamadan. Nasıl olsa keçi sütünden peynirin itibarı yerindeydi, hakkında atıp tutan yoktu.
Yakınlardan bir yerden, keçilerin vazgeçilmez gerdan takısı çıngırakların çıngırdaması geliyordu kulağına.
Başında sipariş almak için dikilen sert bakışlı, el yıkama alışkanlığı kısıtlı, yerlituristi aşağılayan bakışlı, ter kokulu garsonun sabrını taşırma pahasına düşünmeye devam etti.
Kim bilir? Belki de keçiler hakkında yürütülen dezenformasyondu, onların etiniitibarsız kılan, küçümsenmelerine yol açan.

Bir komplo teorisi üretiverdi oracıkta: Sarp kayalıklara tırmanma kabiliyetleri, şeytani zeka fışkırtan bakışları, inatçı kişilikleri, keçi sakallı entelektüel görünüşleri bazı köylüleri ‘ırahatsız’ etmişti büyük olasılıkla. Kendi aralarında yarışmakta bile zorlanırken, karşılarına bir de keçilerin rakip çıkması huzurlarını bozmuştu besbelli. Rayiç koyun kültürüne muhalif keçilerle yarışmaları mümkün değildi ne de olsa. Muhtemelen bu sebepten onları dışlamış; etini piyasaya sürerken adını anmaz olmuşlardı.
Anlayamayan Adam, durumu biraz olsun anlamış ve bu nedenle huzura kavuşmuştu artık. Bir gayret toparlandı, keçi inadını bırakıp bir buçuk porsiyonçöp şiş yemeye karar verdi. Yanında mevsim salatası, keçi peyniri, kavun, şalgam suyu ve bir küçük rakı…

Geri Adım

Zaman tünelinde 'geri adım' dönemleri vardır. Geri adım atanlar genellikle birbirine benzerler. Öyleyse, reenkarnasyona mı inanmak lazımdır?


Ali Sefünç


Falih Rıfkı Atay'ın "Çile" adlı kitabının 62' nci sayfası :



Gülmek



Tuhaflık Sanatkarlarından biri 1952 yazında demiştiki:

- Sahnede eskilerle de alay ediyorduk, gülüyorlardı. Şimdikiler kızıyorlar.
Nitekim gazetelerin verdiği havadis doğru ise bundan böyle hususi tiyatrolarda memurlar bulunacakmış. Bunlar büyüklerimize takılmak saygısızlığını gösterenleri mahkemeye vereceklermiş.
İşsiz kalmamaları için biz bu sanatkarlara küçüklere takılmalarını tavsiye etmekten başka ne yapabiliriz ? Tek gülelim de kendimize gülelim.
Bu münasebetle gazetelerde karikatürü görünmez olan bir Fransız hükumet adamının, demekki artık unutuldum, diye azap çekmesi hatırımıza geldi. Fransız zekası durmadan büyükleri ile alay eder.
Komik türkücülerin başlıca konularından biri, cumhurreisleridir. Dumerq'in bekarlığı üzerine nice türküler yakılmıştı. Evlendikten sonra ise zavallı adamın bir daha adını bile anmadılar.
Takılma sevimli kılar. Bunu yalnız somurtkan şark ve çatık kaşlı diktatörler anlamaz. Rusya'da mizah ve karikatür yoktur. Hitler'in ne kendisi, ne de Almanyası gülmüştür. İngiliz milleti ise imparatorluğunu mu, yoksa alay dehasını mı, ikisinden birini kaybetmekte seçmeli kalınca hangisini tercih edeceği bilinmiyecek kadar bu sanatın zevkine ve keyfine varmıştır.
Mustafa Kemal alaycı idi. Yakınlarının takılmalarını ne kadar hoş gördüğü de şimdi gözümüz önüne geliyor. Bir gün çiftlikteki ilk köşkün önünde oturuyorduk. Çiftlik ziyanda idi. Atatürk hasis değilse de hayli tutumlu olduğundan, para kaybetmeyi sevmezdi. O gün yine geçen yılın zarar hesabını vermişlerdi. Henüz hiçbir ağaç olmıyan bu bozkır parçasının o köşesine bir havuz yapmışlar. Suyun içine de renkli ampul koymuşlar. Hava kararınca fiskiyeyi işlettiler. Mavili kırmızılı yeşilli sular fışkırdı. Atatürk bir bomboş, tamtakır toprağa, bir de renkli su yelpazesine bakarak :
- A be Mustafa Kemal, sen çiftçi misin? Hayır. Baban çiftçi mi idi?
Hayır. Ziraat okudunmu? O da hayır. İşte bilmediği işe girişip parasını kaybedenlere sular bile güler, demişti.
Kendi kendisiyle de alay etmesini biliyordu. Çünkü zekası ince, hissi, ruhu ince idi.


Ekim 1954













id="wobsbn"> Web Analytics