23 Kasım 2009 Pazartesi

Dinlenme Kampı Matematiği


Anlayamayan Adam, hesaplamaya çalışıyordu, içine tıkıldığı dinlenme kampından yararlananların sayısı ne kadardı acaba? Semi-teknolojik, sosyo-psikopatolojik, naftalino-politik yanlarıyla çok yönlü ve karmaşık bir hesaplamaydı bu...

Bilinenlere benzemeyen, kümesi andıran dinlenme kampının koşullarına ve kurallarına kafa patlatmalıydı öncelikle. Beş duyusu, bu nedenle senkronize su balesi yapıyordu sanki. İlk belirlemelerine göre, dört mevsim açık olan dinlenme kampının sınırları dar bir sahil şeridini değil, tüm yurt sathını kapsıyordu, içinde kantin yerine AVM bulunuyordu.

Görünürde ne bir kumsal, ne havuz, ne de plaj voleybolcusu vardı. Parmak arası terlik giymek henüz yasaklanmamıştı ancak kampta dinlenenlerin yüzünden yorgunluk akıyordu. Dinlenme yorgunluğu... Anlayamayan Adam’ın ağzının tadı neden birdenbire kaçmıştı? Burnunun direğini kıran pis kokudan mı, yoksa kulağındaki hukuksuz çınlamadan mı?

Hafızasının tarih bölümünü karıştırınca, geniş kapsamıyla nam salmış ilk dinlenme kampının, Sultan Abdülhamit döneminde kurulduğunu anımsadı. “F” klavye daktilonun icat olunmadığı o zamanların meşhur zabitleri, dinlenmeyi hak eden üç kişi bir araya geldiğinde, natürel kulaklarını diker, pür dikkat konuşulanları dinler ve akıllarına yatırdıklarını el yazısıyla kaydederek tez vakitte Sultan Abdülhamit’e rapor ederlermiş, bilindiği kadarıyla.

Tebaasını dinlendirirken Abdülhamit’in geçerli bir nedene sahip olduğu düşünülebilirdi belki. Çünkü istibdat yönetimlerinde muhalif olanlar, yok edilesi düşman olarak görülürdü. Alabildiğine yaygın dinlemeler, iktidar menşeli katı düşmanlığın su götürmez emaresi miydi öyleyse?

Benzer bir dinlenme kampı, ilkinin lağvedilişinden bir asır küsurat sonra yine halkın hizmetine sunulduğuna göre, kem tarih tekerrür etmekten hiç vazgeçmeyecek miydi? “Tekerrür eden kem tarih”in adı, şimdilerde mahkeme kararıyla “nur topu gibi demokrasi”ye mi çevrilmişti acaba? Promosyon demokratları bu yüzden mi ninniler söylüyorlardı?

Anlayamayan Adam, dinlenme kampına ilişkin kategorileri sayılara dökebilirse, dökülenleri sonradan yerden toplayarak bir sonuç çıkartabilirdi. Kampta dinlenenlerin sayısını daha kolay belirleyebilmek için, ilk aşamada dinlenmeyenleri hesaplamaya çabaladı. Ortaya, şöyle bir tablo çıkmaktaydı kabaca:

Kampta sözü hiç dinlenmeyenler, dinlenme kampında seçmen olamayanlardır ki, onlar kabaca 24 milyon kişiydiler...

Kampta dinlenmeye değer alt yapısı olmayanlar, okuma yazması veya bir okul diploması olmayanlardı ki, onlar kabaca 13 milyon kişiydiler...

Yaş haddi aşımı yüzünden kampta dinlenme dışı bırakılanlar, hayatı sorgulamaktan elini ayağını çekmiş 70 yaş üstü kişilerdi ki, onlar kabaca 3 milyon kişiydiler...

Bedensel ve ruhsal engeli kampta dinlenmeye uygun olmayanlar, duyarsızlığı kendine engel edinenler de dâhil edildiğinde, nüfusun vasati % 10’unu oluşturuyordu ki, seçmen sayısına kabaca oranlandıklarında, onlar kabaca 5 milyon kişiydiler.

Yüzme bilmez oylarını son seçimde dinlenme kampı müdüriyetinden yana kullananlar, dinlenme kampının perçinlenmiş taban kitlesiydi maşallah. Seçmen sayısının %20’si bu fasla dâhil edebilirdi ki, onlar kabaca 10 milyon kişiydiler.

Baskın erken seçim hesabıyla dinlenmeden muaf tutulanlar, son seçimde güney-doğu vilayetlerinde kamp müdüriyetine oy vermeyenlerdi ki, onlar kabaca 2 milyon kişiydiler.

Siyasi tercih belirtmeyi bilemeyenler, her genel seçimde istikrarla oy kullanmayanlardı ki, onlar kabaca 7 milyon kişiydiler.

Belki bu hesaplamaya, hiç telefon kullanmayanları, kullansa da kontörü yetmeyenleri, umutsuzluktan dağa çıkanları, bezginlikten güneye inenleri, yatırımını Çin ve Mısır’a kaydıranları, binlerce dolar eğitim masrafından sonra beynini Amerika’ya göç ettirenleri, günü kurtarmak için dağıtılan erzak, kömür benzeri şeyleri aldığı an tercihi değişen işsizleri de dâhil etmeliydi ancak istatistiksel vicdanı buna el vermedi. Peki ya onlar kaç kişiydiler? Kuyruklu yalandan hallice resmi istatistiksel bilgilere müracaat ettiyse de, bu soruya yanıt bulamadı. Çekmecesinden bir çift zar çıkardı. Fırlattığı zarların biri 6, diğeri 2 gelince, bu haneye 8 milyon kişi yazdı. Anlayamayan Adam, eline hesap makinesini aldı, kampta dinlenmeyenlerin sayılarını süratle toplayarak 72 milyon toplam sayısına şaşkınlıkla ulaştı. Çıkan sonuçta bir gariplik vardı ama üzerinde durmadı.

Şimdi de hesaplanma sırası, kampta dinlenenlere gelmişti. Resmi olarak dinlenenlerin sayısının 150 bin kişi olduğu söylendiğine göre, gayri resmi dinlenenlerin sayısı da en kötü ihtimalle 150 bin kadar olmalıydı. Aksini düşünmek, 33 yıllık iktidarını zabitleri sayesinde sürdüren Abdülhamit’in hortlatılan ruhuna azap çektirmez miydi? Kampta dinlenmeye alınanların en az 300 bin kişi olduğuna kanaat getirdikten sonra, daha ince hesaplamalara girişti.

Dinlenenler, sosyal ilişkileri güçlü insanlardı genellikle. Kına gecesi ve düğünlere rağbet etmeseler de, dernekçiydiler. Her birinin 20 arkadaşıyla sürekli telefon iletişimi içinde olduğunu varsaydı, mecburen. Ayrıca akraba takımını da hesaba katmalıydı. Kampta dinlenenlerin çoğu, biteviye çalışmaktan 3’üncü çocuğa fırsat bulamayanlardı. Genel ortalaması 3’ü geçmeyen aile fertlerine, eş ve çocuklarıyla birlikte 1 amca, 1 hala, 1 dayı ve 1 teyze eklediği takdirde, eder miydi yaklaşık 20 kişi? Kabaca ederdi tabii ki...

Anlayamayan Adam bir kez daha eline hesap makinesini aldı, 20 arkadaşla 20 akrabayı toplayarak, doğrudan dinlenen her bir kişi nedeniyle dolaylı olarak dinlenenlerin sayısının 40 kişi olduğunu buldu. 40 sayısını 300.000 sayısıyla çarpınca, dinlenme kampından yararlananların 12 milyon kişi olduğu sonucuna vardı. Dolaylı dinlenenler yüzünden daha dolaylı olarak dinlenen konu komşuyu, akraba arkadaşlarını ve arkadaş akrabalarını aklına bile getirmek istemedi önce, ama sonra hak yemekten korktu. Topunu temsil edebilsin diye, hesaba kabaca 12 milyon kişi daha ekledi.

Ne gariptir ki, dinlenme yaygınlığı ortaya çıkınca, kamp yönetimi de dinlenmekten şikâyetçi olmuştu. Kamp yönetimi, dinlenme kampının dinlenenlerce yadırganmaması, dinlenmeye yol açanların sorgulanmaması için kendilerini özellikle dinlenmeye aldırtmış olabilir miydi? Olabilirdi sanki… Çünkü beyanlarının şifresi çözülürse, dinlendirme tasarrufu, galiba tek başına kamp müdürünündü. Ve üstelik o, mizacına çok aykırı bir sakinlikle şikâyetçiydi…

Dinlenme kampında dinlenenlerin ve dinlenmeyenlerin toplamı, eksiklerine rağmen 96 milyon çıktığına göre, hesaplamasında ciddi hata vardı. Vitrinlerdeki %25 sezon indirimlerinden esinlenip, bir kalemde kabaca 24 milyon indirim yapıp, dinlenme kampının toplam nüfusunu 72 milyona denk getiriverdi. Başka ne yapabilirdi ki? Birkaç kategoride birden yer alanları hesaplamadan arındırabilecek bilimsel bir yöntemi, henüz keşfedememişti. Kabaca hesap, ancak bu ölçüde isabetli oluyordu.

Cümbür cemaat, artık adına vatan denmesi istenmeyen bu dinlenme kampında, kabaca bir hayat yaşamıyor muyduk zaten? Reel üretimden vazgeçirilenler bir biçimde, düşünüp konuşanlar ise diğer bir biçimde dinlenmiyor muydu bu kampta?

Anlayamayan Adam, koltuğundan kalktı, mutfağa yöneldi, yarısından çoğunu daha önce boşa tükettiği paketten çıkarttığı bir kuru baklayı dilinin altına attı. Bakalım onu bu kez ağzında ıslatabilecek miydi? Dinlenme kampında yorulmadan yaşamanın şimdilerdeki biricik yolu, ağızda bakla ıslatmaktan başka ne olabilirdi?

16 Kasım 2009 Pazartesi

Kampanya Kırıklığı


Anlayamayan Adam, “Bir saatlik ücrete iki saatlik psikiyatrik tedavi” kampanyasından yararlanabilmek üzere hastaneye giderken oldukça düşünceliydi. Tek seansta iyileşebilecek miydi acaba? Rahatsızlığını, kampanyasız yaşayamamak olarak özetleyebilirdi.

Sol gözü yolda, sağ gözü ise yol kenarındaki benzin istasyonu afişlerindeydi. O haftanın en cazip kampanyalı benzincisi hangisiydi acaba? Islak mendil, temizlik bezinden; bardak takımı, ıslak mendilden; araba çekilişine katılma hakkı ise bardak takımından daha değerliydi.

Randevuya gecikmek istemiyordu, yokuş aşağı yolda hafifçe gaza dokundu. İniş bitti, rampaya vurdu, tam tepe noktaya geldiğinde, yol birdenbire daraldı. Çünkü trafik ekibi yola barikat kurmuştu. Aracını ve şahsını hedef alan işaret dilini çözünce, radar kontrollü ceza kampanyalarından birine yakalandığını anladı.

Hızını kesti, arabayı kenara çekti ve makbuz kuyruğuna girdi. Müstakbel psikolojik tedavi, daha şimdiden pahalıya mal olmuştu. Sırası geldiğinde, felsefe sahibi her Türk sürücüsü gibi itiraz hakkını kullandı.

“İmkânı yok, ben o kadar hızlı gitmiyordum.”

“Gitmişsin kardeşim.”

“Kanıtlayın o zaman.”

“Kanıtlarız ama kontrol bitene kadar beklemen lazım... Sonra seni bir de göz muayenesine göndeririz...”

“O niye?”

“Kocaman radar ikaz levhasını görmemişsin. Üstelik bakışlarında da biraz şehlalık var.”

“Neden yokuş aşağı radar kuruyorsunuz da, yokuş yukarı kurmuyorsunuz?”

“Yokuş yukarı radar, sermayesini kurtarmaz... Bir de can güvenliği konusu var tabii.”

“Burada bir tek, traktörler limiti aşamaz.”

“Orası öyle ama biz de her zaman radar kurmuyoruz ki.”

“Can güvenliğimiz, bazen mi önemli?”

“Hızınızı kesiyoruz sadece”

“Yavaş gidelim de, trafik mi tıkansın yani?”

“Kaza görünce, çakılıp kalıyorsunuz ama.”

“Göz hakkı diye bir şey vardır…”

“Kazanın göz hakkı mı olur kardeşim?”

“Duyduğuma göre, her ay mutlaka, maaşlarınızı karşılayacak kadar ceza kesmeniz gerekiyormuş. O yüzden ay sonlarında pusu kuruyormuşsunuz.”

“Yok öyle bir şey beyefendi. Kim uyduruyor bunları?”

“Madem sürate izin yok, neden bize kadranı 240 km gösteren araba satıyorlar?”

“Nerden bileyim?”

“Gaza basmasam bile bu yokuşta ibre 120’den aşağı inmez.”

“Fren kullanın.”

“Balatalar çabuk aşınıyor...”

“Tercihinize karışamayız beyefendi... Ya balata, ya ceza...”

Konuşmanın bir yere varacağı yoktu. Anlayamayan Adam, hastaneye yetişmesi gerektiğini söyledi. Doktor izlenimi yaratmak belki bir işe yarardı. Polisin umursamadan, “Geçmiş olsun” demesine bakılırsa, yalnızca hasta izlenimi bırakmıştı. Uzatılan makbuzunu mecburen kabul etti. Cezayı 15 gün içinde ödediği takdirde % 25’lik peşin indirimi kampanyasından yararlanacağını öğrenmesi hoş bir sürprizdi.

Tekrar yola koyuldu. Uygun kampanya bulursa, anjiyo da olmalıydı. Son günlerde fazlaca gergindi çünkü. Bir de iyice tutuklaşmış yatak hayatı meselesi vardı. Çocukluğunda belediyenin sünnet kampanyasından yararlanırken yanlış kesime uğramış talihsiz bir erkek gibi yetersizlik duygusu taşıyordu çünkü. Doktora bu konuyu da açsa mıydı?

Kampanyalı krediyle aldığı kampanyalı arabasını kullanırken aklına muhtelif açılım kampanyalarının yanı sıra, son günlerin grip aşısı kampanyası da geldi. Türetilmiş salgın hastalıktan türetilmiş bir kampanya mıydı yoksa? Eski devirlerin, yalnızca yardım niyeti taşıyan kampanyalarını anımsadı. Depremzedelere, Kızılay’a yardım kampanyaları gibi… Cumhuriyet tarihimizin en muhteşem kampanyası imeceydi galiba…

Güzel kampanyalar, tıpkı tüm diğer güzellikler gibi geçiciydi ancak kampanya bağımlılığı insanı yakaladı mı, bir daha bırakmıyordu. Bu sorun aynı ölçüde toplumsaldı da… Süreğen sorunlara kalıcı çözümler yerine, kampanyalı çözümler önerilmesinin başka ne sebebi olabilirdi ki? Belki de bu yüzden kampanyaya konu edilmeyen hiçbir sorunu, sorundan saymıyordu artık. Yoksa farkında olmaksızın, bir “Kampanya Cumhuriyeti”ne mi sürükleniyorduk?

Kız çocuklarını okula göndermek, demokratikleşmek, vergi toplamak, kampanyasız başarılamayacak konulardan mıydı? Veya kampanyalar, başarısız kadrolar için kurtarıcı bir etkinlik miydi? Yetersiz olduğu konuda o da kampanya düzenlese, yatak hayatı canlanır mıydı? Reklam amaçlı ekonomik kampanyaların hangisinin daha kazançlı olduğunu düşünmek onu ambale ediyordu.

Kısacası, Anlayamayan Adam’ın gözünü kampanya bürümüştü. En çok da, af kapsamlı kampanyalara ihtiyaç duyuyordu şu sıralar. Kredi kartı borcu veya Bağ-Kur prim borcu affı türünden… Gereksinimlerini karşılayamadığı için mutsuz ettiği eski sevgilisi de, bir kampanya çerçevesinde onu affeder miydi? Bir de “Görülmemiş Kampanya” diye ilan edilenler vardı ki, neresinin daha önce hiç görülmediğini anlayana kadar ortadan kalkıyor, yerini bir başka kampanya alıyordu.

Psikolojisini düzeltmeden sağlıklı karar veremeyeceği aşikârdı. Biraz gecikmeli olarak hastaneye vardı, doktora ulaşmak için başvuruda bulundu. Danışmadaki görevli başını iki yana sallayarak “Bir dakika da olsa, gecikenler maalesef tedavi hakkını kaybediyor beyefendi” dedi. Bu nedenle çıngar çıkaracaktı ancak anılan kampanyanın bir toplantı salonu dolusu insana grup tedavisi olarak uygulandığını öğrenince, vazgeçti.

Ona şimdi de teselli kampanyası olarak, acil servisten bedeli limitsiz yararlanma fırsatı önerilmişti. Ama ne yazık ki, birkaç saat süreliydi. Hiç olmazsa bu kampanyayı kaçırmamalıydı. Kazaya veya belaya bulaşmadan bunun gerçekleşmesi mümkün müydü? Kampanya hakkını acil servise düşmüş başka birine devretmesine izin verilir miydi peki? Olmazdı herhalde… Hayal kırıklığı yaratan bir kampanya kırıklığı yaşıyordu şimdi apaçık.

Gözü, yerleri paspaslayan temizlikçinin kovasına ilişti birdenbire. Bir tekmeyle sabunlu suyu yere döküp üstüne basarsa, kesinkes bir yerini kırar ve kampanya hakkına kavuşurdu. Kavuşurdu ancak bunun bir de sonrası vardı. Ya onu acil müdahaleden sonra hastaneye yatırırlarsa, yatak bedelini nasıl öderdi? Rehin kalırdı garanti…

Gözlerini sabunlu su dolu kovadan ayırıp kuru zemine doğru kaydırdı; cebinden not defterini çıkardı; gelecek birkaç ayın akla yatkın kampanyalarını gözden geçirmeye başladı…

İnternet oyunundan çiftlik ve komşu alma kampanyası...

Kadın göbeğinden suşi yedirme kampanyası…

Kar lastiği alana güneş yağı kampanyası…

Dere yatağında sele kapılmış ucuz nevresim takımı kampanyası…

İzbe bir kafede, “Kahve sizden, fal bizden” kampanyası...

Sigara dumanı tiryakisine, kömür dumanı kampanyası...

Yılbaşını kırmızı donla kutlayarak yeni yılı güzelleştirme kampanyası…

Ve daha nice vazgeçilmez kampanya…

Seçenek çoktu ama hangisine yamanacağına karar veremedi. Belki de hepsini denemeliydi. Her şerde bir hayır olduğunu düşünmeye zorladı kendini. Tedavi olmaktan şans eseri kurtulduğuna göre, kampanyalı hayattan doyasıya zevk alabilecekti çünkü artık.

Ali Sefünç

10 Kasım 2009 Salı

Küresel Orman Masalı


Bir varmış bir yokmuş, küresel ormanda yaşlı bir aslan yaşarmış... Kral aslan artık hem hantal hem de takma dişliymiş. Andropoza girdiği belli olmasın diye hızını kesen uzun yelelerini atkuyruğu yapmaktan, motosiklete binmekten ve lif kopartıcı marjinal sporlardan kaçınıyormuş.

Önemli kısmı toplu villa imarına açılan orman küçüldükçe, sayısı azalan otoburların kaçıp saklanma becerileri iyice artmış. Gözünü ve karnını doyuramayan aslan, diğer 6 yırtıcıyı bir gün toplantıya çağırmış. Akbaba’nın kuşbakışı değerlendirmesine göre G-7 insanının durumu da aynıymış ama onlar küreselleşerek sorunlarını halletmişler. Ormanda da benzer bir sistem kurulursa, doymak kolaylaşabilecekmiş.

Ormanı küreselleştirme kararı, oybirliğiyle alınmış. Orman hayatının eskisi gibi olmayacağı, yemlik hayvanların dışgüdülere kulak asarak yaşayacağı, yarı resmi orman ajansları ve TV kanallarıyla tüm ormana duyurulmuş. Bu hesaba göre; tavşanlar hızlı koşmayacak, ötücü kuşlar kanat çırpmayacak, ceylanlar gerdan dekoltesini saklamayacak, yaban öküzleri GDO çayırlıklarında otlayacakmış örneğin...

Bu fikre önce saksağanlar inanmış, ardı sıra diğer hayvanlar… Bir tek kirpi anlamamış, ormansal küreselleşme politikasını. Meğerse kirpide kirli propaganda alerjisi varmış. Ayrıca o, hayatı sorgulayan bir yapıya sahipmiş. Oysa durumu anlamak değil, inanmak gerekiyormuş... Yeni orman düzeni taraftarları, kirpiyi inandırmak için bir ayağı kopuk kaplumbağayı elçi yollamışlar.

“Kirpi kardeş, bırak direnişi, büyük düşün!”

“Senin sol ön ayağına ne oldu kaplumbağa kardeş ?”

“Çakalın birine kaptırdım.”

“O sırada kabuğuna neden çekilmedin?”

“Yenilikçi olmamakla suçlanmamak için.”

“Senin durumuna düşmeyi asla istemem.”

“Her tehlikeye karşı diken topu olmanın yararı yok… Bana inan dostum.”

Kirpi, bu yeni inanışa kurban gitmemek için aslanın her kral seçiminde dillendirdiği bir diğer inanç anlayışıyla karşılık vermeyi denemiş, tosbağaya.

“Bu benim tanrısal refleksim. Başka türlü hayatta kalamam ki... Bazı hayvanlar saldırganlık, bazıları da kendini koruma içgüdüsüyle yaşamak üzere yaratılmıştır?”

“O eskidendi, doğanın kanunları da değişti artık.”

“Beynim inansa, bedenim inanmaz buna… Tehlikeyi görünce, hemen kasılıverir.”

“O zaman kas gevşetici krem verelim sana…”

“Karnım çok yumuşaktır… Ve üstelik gıdıklanırım.”

“Dikenlerini kestirelim.”

“Diken stilim bozulur diye korkarım.”

“Epilasyon yaptıralım.”

“Selüloitlerimden utanırım.”

“Hiç olmazsa, yeni düzeni onayladığını söyle sizinkilere.”

“Niçin söyleyeyim? Aslana, ‘Proteini soya fasulyesinden al, midene kelepçe taktır, parça et yerine cevizli sucuk ye, kan yerine pekmez iç’ diyen oluyor mu hiç?”

“Anlaşıldı kirpi kardeş, sen avanta peşindesin. Öyleyse sana AB fonu aktaralım… İhale verdirelim… Televizyonda program yaptıralım… Orman Nobel’i veya Oscar’ı kazandıralım… Orman Bankası’ndan kredi çıkartalım. Parasıyla orman anayasası hazırlatalım... Ne dersin?”

Neyse ki kirpi, küreselleşmiş insanlar gibi kel, kör ve ilkesiz değilmiş... Kendi küreselleşmesini gerçekleştirmek üzere apansız kasılmış, dikenli bir küreye dönüşebilmenin keyfiyle ormanda yuvarlanıp gitmiş.

Ali Sefünç

5 Kasım 2009 Perşembe

Şakacı Cumhuriyet Çocukları


Cumhuriyetin 86. yıldönümünün kutlandığı o gün neler oldu?

Yabancı liderlerle şapır şupur öpüşen hükümet lideri, muhalif gördüğü siyasi liderin ve silahlı liderin elini sıkmadı...

Bir ara göz göze geldiler, besin değeri düşük dondurulmuş gülümsemeyle yetindiler…

Fanatiği olduğu takımın her golünden sonra göbek attığı söylenen eski bir paşa, karşılaştığı savcıya, “Beni almaya mı geldiniz?” diyerek şaka yaptı ve en çok kendisi güldü...

Muhalif siyasi lider, Anıtkabir’de hükümet liderine şaka yollu, “Sizin ne yapacağınız belli olmaz!” diyerek, erken seçim planlarından haberdar olduğunu ima etti...

Bunu duyan hükümet lideri, “Evet haklısınız, her şey olabilir” diyerek niyetini belli etmemeye çalıştı...

Taze gülümseme yaratamayınca, yine dondurulmuş gülümseme kullandılar.

Yeniçeri ordusu karşıtı, kısmi demokrasinin yılmaz askeri bir profesör, bundan sonraki ordunun, Nizam-ı Cedit ordusu gibi olmasını temenni etti. Apo’nun hangi orduda paşalığa yükseleceği böylece anlaşılmış oldu...

Ay sonu çekleri karşılıksız çıkan bir KOBİ erbabı, oy verdiği lider Cumhuriyet Bayramı gerginliğinden galip çıktığı takdirde, çeklerinin ödenebileceğini umdu...

Romancılığı bırakan bir müzisyen kaleme aldığı köşe yazısında, “12 Eylül’ün ruhu Türkiye’yi gölgelemeye devam ediyor” dedi, 86. Cumhuriyet Bayramı’nda estirilen 12 Eylül öncesi ruhunun kalıcı karanlığını okuyucularına fark ettiremeden...

Yağmur yağıyordu, hayata ıslak imzasını hiç atamamış karamsar şemsiyeli bir emekli, bankta oturmaktaydı. Onun şakacı bir hali yoktu...

Derbi maçı sonrasında düşman kamplara bölünmüş kulüp yöneticileri, kendi futbol cumhuriyetlerinin holiganlarını kollayabilmenin peşindeydi...

Dalgın bürokratik erkek davetli tokalaşmayınca, Cumhurbaşkanı eşinin eli havada kaldı...

Erbakan kızdı: Bu kadar kutlamaya ne gerek vardı?

Olağan görüşme özürlü zirveciler, 24 saatte dört resmi, bir özel görüşme yaparak bayramdan anlam eksilttiler...

Bakü ve Tel Aviv’deki kutlamalar planlandığı gibi sönük geçti...

Unutulmuş 12 Eylül öncesi ruhu, unutulmaz 12 Eylül ruhunu, çok ama çok kıskandı. Çünkü birlikte anılmayı fazlasıyla hak etmişlerdi...

Ali Sefünç

2 Kasım 2009 Pazartesi

Yaydan Çıkmış Serseri Ok Diyaloğu


“Merhaba, ok kardeş...”
“Merhaba, diş macunu kardeş…”
“Nasılsın?”
“Yorgun ve kızgın...”
“Neden.”
“Yine yaydan çıkmışım da, ondan.”
“Haberin yok muydu?”
“Yoktu…”
“Görevin yaydan çıkmak değil midir zaten?”
“Yalnızca o değil.”
“Peki ne?”
“Yayda yaylanmak… Jet gibi yol almak… Hedefi göbeğinden vurmak... Ve bir sonraki atışa hazırlanmak…”
“Yaydan çıkmakla yetinme, hepsini birden yap... Sana karışan kim?”
“Yaylanarak yürümeyi karizmatik liderlik belirtisi sayan medya…”
“Kulak asma onlara?”
“Sıkışınca, beni yaydan çıkartıyorlar ama.”
“Belki okçudurlar…”
“Değiller, kendilerini okçu sanıyorlar.”
“Okçuyla, kendini okçu sanan arasındaki fark nedir?”
“Taklit okçunun attığı ok bumeranga benzer, kimin neresine, nerede ve ne zaman batacağı bilinmez.”
“Bunun yorumu nedir?”
“Çuvallama…”
“Ne çuvallaması?”
“Sınırı belirsiz ve tartışmaya kapalı etnik açılım çuvallaması...”
“Bırakalım açılımlasınlar açılımlayabildikleri kadar.”
“Tartışmaya kapalı açılımlar, tıkanmaya mahkûmdur.”
“Sana ne onların tıkanmasından, boş ver.”
“Başarısızlıklarına beni niye alet ediyorlar kardeşim?”
“Aletsiz açılım yapamıyorlar herhalde… Jimnastiğin de aletlisi vardır ya…”
“Başka alet bulsunlar, şöhretimi kullanmasınlar.”
“Şöhretini nasıl kullanıyorlar?”
“‘Ok yaydan çıktı bir kere’ diyerek… Çünkü bilirler ki, ben yola çıktım mı, geri dönmem...”
“Desinler, ne zararı var?”
“Rahatım kaçıyor. Sadağımda beni keyif içinde görenler, ‘Hani sen yaydan çıkmıştın, neden hâlâ buralardasın?” diye hesap soruyorlar.”
“Hedefe varmak iyidir.”
“Meydanı boş bulan her okçunun fırlattığı ok hedefi bulsaydı, Nişantaşı değil Okmeydanı elit semti olurdu.”
“Hakkındaki haberleri yalanla. Yaydan hiç çıkmadığını söyle.”
“O zaman da zorla yaydan çıkartıyorlar.”
“E sen de nazlanma, yaydan çık canım...”
“Çıksam nereye varacağım ki?”
“Seni yaydan çıkartanlara sor.”
“Bir bilebilseler...”
“Kendin bir hedef seç.”
“Hangisini seçeyim, bugünlerde herkesin hedefi, bir başka cumhuriyetten yana.”
“Bir çare bulacaksın artık.”
“Buldum gibi. Durum unutulana kadar orada burada serseri oklar gibi dolaşıyorum.”
“Zırvalama! Serseri ok olur mu hiç?”
“Serseri kurşun oluyor da, serseri ok niye olmuyor?”
“Kusura bakma, haksızlık etmişim.”
“Senden yana uğradığım haksızlık, yalnızca bu değil ki.”
“Başka ne var?”
“Sarpa saran siyaseti sürdürebilmek için neden, ‘Diş macunu tüpten çıktı bir kere’ demiyorlar?”
“Haksız sayılmazsın. Beni kolladıklarını inkâr edemem. Belki tüpümden çıkınca dik duramadığım, belki de pazar payım senden yüksek olduğu içindir.”
“Bağırsaktan çıkmış gazın, yırtık prezervatiften sızmış spermin, Ege’yi botla geçmiş sığınmacının, reytingi azalmış dizinin de geri dönüşü yoktur ama örneksenmiyor. Onların da mı pazar payı yüksek?”
“Seni seçmişler bir kere, mutlu olsana.”
Bakıyorum da, her şeye bir kulp buluyorsun. Şu sorularımı da kulplandırır mısın?”
“Memnuniyetle...”
“Beni hangi yaydan fırlatıyorlar?”
“Keman yayından.”
“Ben kimin okuyum?”
“Sana sormalı.”
“Pentagon çizimi Türkiye haritasına giden yol, kimin yolu?”
“Söyleyemem.”
“Gerçek hedef neresi?”
“Sana ne?”
“İlk hedeften saptırılırsam, yenisi var mı?”
“Uydururlar.”
“Adımı siyasete niçin alet ediyorlar?”
“İstismara açık bir yapın olduğu içindir.”
“Daha önce Avrupa, Kıbrıs, Avrasya, Ortadoğu yönünde yaydan çıkmış oklar şimdi nerde?”
“İhtiyaç molası vermişlerdir.”
“Harici sosyo-politik tercihleri yaydan çıkmış oka benzeterek oldubittiye getirmek hangi zekânın ürünüdür?”
“Senin asabın bozulmuş be ok kardeş.”
“Sıkıysa, ‘Siyaset yaydan çıkmış bir kere, anca döner erken seçimden erte’ desinler...”
“En iyisi sen pazar payı yüksek bir sakinleştirici al... Gribe de iyi gelir valla...”
“Artık sen de hedefimsin ulan, pazar malı diş macunu! Dur kaçma, gel buraya! Bir kerecik tüp deldirmekten bir şey olmaz... Şimdi gerçekten yaydan çıktım bir kere…”
“Çok yazık… Sizin gibi tartışma meraklısı oklara, öfke kontrolü tedavisi şart...”


Ali Sefünç

id="wobsbn"> Web Analytics