24 Aralık 2014 Çarşamba

Prof. H.POKUS'un Günlüğü - 7: "Darbeliler"

Günlükleri ele geçerilen Prof. H.Pokus'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor.
Cumartesi sabahı, korkunç bir sesle uyandım. Üst katta darbeli matkap kullanıyorlarmış. Daha önce yaşadığım hiçbir ülkede böyle bir ses duymamıştım. Matkap betonu değil, insanın iç organlarını oyuyor sanki. Bizim apartman görevlisi İmdat’ı aradım, her zamanki gibi telefonunu açmadı. Arayana cevap vermeme, Türkiye’de salgına dönüşmüş. İlk aramada çok az insana ulaşabiliyorum. Bazılarına ise hiç ulaşamıyorum. Ne konuşacağımı bildikleri için cevap vermiyorlarsa, sıkıcı bir insanım demektir. Aman Tanrım, umarım öyle değilimdir. Belki de borç istememden korkuyorlardır.

Korkunç sese dayanamadım, üst kata çıktım. İmdat oradaydı, bir tabureye oturmuş, darbeli matkap kullanan işçiyi seyrediyordu. Saatin çok erken olduğunu söyledim. İmdat, “Ekmek parası için çalışıyorlar,” diye cevapladı. İlk duyduğumda, Türklerin bu sözü ekmeği çok sevdikleri için kullandıklarını sanmıştım. Oysa, ekonomik çıkarlarını korumak için böyle derlermiş. En sevdikleri yiyecek, mangalda pişirilmiş et. “Ekmek parası için,” denildi mi, yapılan her tür yanlışlığı kabullenmek zorunda kalıyorsunuz. Bu söz karşısında mantık ve yasa işlemiyor. Hırsızlık yapan bir insanın ekmek parasıyla oynamak bile affedilmez hata. Ve hatta ölümcül! Bu nedenle öldürülenlerin sayısının arttığı söyleniyor.

Ayakta dikildiğimi gören İmdat, bana bir tabure gösterdi. Oturmak istemedim. “Mr. Pokus, seyretmesi çok zevklidir, bu fırsatı kaçırma,” diye üsteledi. Çalışan işçi veya dozeri seyretmek, burada bir halk geleneği… İntihara kalkışanları izleyenlerin coşkusu, sabırsızlığı ise inanılmaz. Başarısız veya kararsız bir intiharcıya sevgi ve saygı duydukları söylenemez. Türkler böylesi durumlarda önemli işlerini kolaylıkla erteleyebiliyor. Örneğin, bizim İmdat… O saatte servis yapması gerekiyordu, yerinden kıpırdamadı. Darbeli matkap kullananı seyrederken kabak çekirdeği yiyordu. Aslında Türkler daha çok ay çekirdeği sever ama İmdat’ın tercihi genellikle kabak çekirdeği. Bir gün bana da çekirdek ikram etti. Kuş yeminden hoşlanmadığımı söyledim. Kabak çekirdeğinin prostata iyi geldiğini iddia etmesi aklımı karıştırdı.

Gürültüyü engelleyememenin çaresizliğiyle evime döndüm, yüksek sesle klasik müzik dinlemeye başladım. Tam rahatlıyordum ki, darbeli matkabın ucu tavanı delip salona girmez mi! Hemen yukarı çıktım. İriyarı işçi, bir yandan matkabı kullanırken, diğer yandan telefon konuşması yapıyordu. Gözü matkapta değil, karşı apartmanda çamaşır asan kadındaydı. Matkaba abanan koluna yapıştım, onu durdurmaya çalıştım. Gücüm yetmedi. İşçi durmadığı gibi, birdenbire Arapça dualar etmeye başladı. Daha doğrusu, ben yanlışlıkla dua ettiğini sanmışım. Adam Suriyeliymiş, Arapça konuşuyormuş.


İmdat’tan zabıta çağırmasını istedim, duymazdan geldi. Tadilatı yapan firmadan bahşiş aldığından kuşkuluyum. “Şimdi zabıta çağırıyorum, zabıta!” diye sesimi yükselttim. Suriyeli işçi panik içinde matkabı bıraktı, bana bağırıp çağırmaya başladı. “Zabıta” kelimesi Arapçaymış, ben Türkçe zannediyordum. İşçinin dediklerini anlamadım ama o sırada bana beddua ettiği suratından belliydi. Belki de ölümle tehdit ediyordu. Sonradan öğrendim, bu sıralar inşaat işlerinde çok sayıda Suriyeli kaçak işçi çalıştırılıyormuş.

Ansızın bir Türk usta karşıma çıktı. Ekibin başıymış. Derdimi çözeceğini söyledi. Birlikte benim eve indik, tavandaki deliği gösterdim. Matkap kazası, acemi işçi cep telefonuyla konuşurken meydana gelmiş. O konuşmaya dalınca, matkabın ucu kalın betonu delip benim eve dalmış. Ekip başı, “Trafikte de telefon yüzünden çok kaza oluyor, böyle şeyler artık normal,” diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı.

İnanılır gibi değil, Türkiye’de telefon konuşmalarının yol açtığı trafik kazaları, alkol nedeniyle olanları geçmiş. Bu ülkedeki kazaların en büyük nedeni ise cahil cesareti… Cahil cesareti, Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra tanıştığım, ceza yerine ödül alan bir cesaret türü. Amerika’da aşırı dozda uyuşturucu kullananlarda, katliam yapanlarda gözlemlediğim cesarete benziyor.

Kızgınlığımı sürdürdüm, tavanı “alçı” denen bir maddeyle kapattılar. O gün matkapla çalışmayacaklarını, tadilat işlerimi % 40 indirimle yapacaklarını söyleyerek gittiler. Ben de buna karşılık zabıtaya şikâyet etmeme sözü verdim. Başıma gelenleri bildirmek için onarılan evin sahibine telefon ettim. Hayret, ilk çalışta telefonunu açtı, çalışanları uyarmasını istedim. Kadın birdenbire ağlamaya başladı, üzüldüm. Ustalar, onu da dinlemiyorlarmış, evi ele geçirmişler. Çeyiz sandığındaki dantelli örtüleri yere sermişler, pis işlerde kullanmışlar. Antika eşyalarının zarar görmesine dayanamamış, şimdi bir otelde kalıyormuş.

İçinde yaşanan bir evde onarım yaptırmanın risklerini böylece öğrendim. Ben kiracıyım, Türklerin dediği gibi, kiralık bütün evler benim sayılır. Özellikle mobilyalı kiralanan evler… Türkiye’de bir evden diğerine taşınmak da çok tehlikeliymiş. Şans yardım ederse, bazı eşyalar sağlam kalabiliyormuş. Türklerin kullandığı, “Üç taşınma, bir yangına bedeldir” Japon atasözünü duyduğum an, her şeyi daha iyi anladım. Günümüz Japonları bu atasözünden habersizdir sanırım.

Darbeli matkap sesi kesildi, huzurum yerine geldi, televizyonu açtım. Bütün kanallardaki programlar, darbeci gazetecilerle ilgiliydi. Türkiye’de herkes birbirini darbecilikle suçluyor. Darbecilerle ve onları savunanlarla ilişkiyi kessem, çevremde tek bir Türk arkadaşım kalmaz. Her gün yeni bir darbeci türü keşfediyorlar. Borsa gibi, bir tür darbeci hapse giriyor, diğeri çıkarılıyor…

Bu ülkede kendi darbecisini korumak isteyenler, yalnızca diğer darbecilerin cezalandırılmasını istiyor. En uzun hapis cezalarının darbeci olmayan muhaliflere verildiğini öğrenmek beni sarstı. Neredeyse tamamı darbeli insanlardan oluşan bir toplumla karşı karşıyayuım. Türkiye, yazılı olmayan gizli bir anayasayla yönetiliyor sanki. Anayasa maddelerini boşuna değiştiriyorlar çünkü uygulamaya niyetleri yok. Gelecek günler yalnızca Türkler için değil, benim için de epey zor geçecek. Darbeli matkabın iğrenç sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor, bir kez daha duymaya dayanamam. Üstelik, ekip başının evimin mutfak ve banyosuna bakışından korktum. Üniversite misafirhanesinde yer ayarlamaya çalışacağım. O olmazsa, yakınlarda bir otele yerleşirim. Çevresinde inşaat yapılmayan bir otel bulabilecek miyim? Bilemiyorum.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Prof. H. POKUS'un Günlüğü - 6: "Kariyer"


Türkiye’de mesleklere karşı bakış açım değişti, bilgilerim sarsıldı. Bazı işleri yapanlardan korkmaya başladım. Örneğin, falcılardan…
Falcıların kadınlara danışmanlık yaptığını, acı bir biçimde öğrendim. İlk Türk sevgilim, ne zaman kavga etsek, kahve falı baktırırdı. Falcı güzel şeyler söylemişse, aramız düzelirdi. Kötü şeyler anlatmışsa, bir süre ayrı kalırdık. En sonunda, falcı bizi tamamen ayırdı.
Beyoğlu’nda çalışan yüzlerce falcının nasıl geçindiğini böylece anladım. İzolasyoncular, falcılardan daha korkunçmuş…
Geçenlerde içinde gezindiğim bir AVM’de yangın çıktı. Ben hemen dışarı kaçtım, Türk ve Arap müşteriler alışverişe devam ettiler. AVM’yi, çatı izolasyonu yapanlar yakmış. Böyle bir olaya az rastlandığını sanıyordum ama öyle değilmiş.

İstanbul’daki büyük yangınların çoğu, izolasyon ustalarının eseriymiş. Tarihi Haydarpaşa Garı ve birçok tarihi köşk onların yüzünden yanmış. Yanmasını istediği binasına izolasyon yaptıranların varlığını duyunca, “Oh my God, ben nasıl bir ülkeye düştüm?” diye panikledim… Haydarpaşa Garı davasında 2 işçi ve 1 işveren 10’ar ay hapis cezası almış, diğerleri suçsuz bulunmuş. Biliyorum, 10 aylık hapis cezası paraya çevrilir. Sanırım Türkiye’de yangın çıkarmak iyi bir şey.
Rüzgârlı günler, bina yakmak için çok uygunmuş. Yanıcı maddelerin yanında kıvılcımlar saçan kaynak makinesi çalıştırmak yeterliymiş. İzolasyon işçileri yangın çıkarmama eğitiminden geçmedikleri gibi, alevleri görür görmez binadan ilk önce onlar kaçarmış.

Mesleklerin gizli işlevlerine dair başkaca örnekler de gördüm. Türkiye’de en karmaşık cinayetlerin katilini Müge Anlı adında bir televizyoncu kadın buluyor. Mahalle esnafı, uyuşturucu satanları yakalıyor. Polisler, yalnızca bazı linç olaylarında ortaya çıkıyorlar. İmamlar inşaatçılıktan, politikacılar emlakçılıktan para kazanıyor. Hatipler, televizyonlarda şov programı yapıyorlar ve ünlü şovmenlerden daha zenginler. Türkiye’de hatiplerin aldığı para Amerika’da bir duyulsa, korkarım, bazı papazlar Hıristiyanlık'tan çıkabilir.
Bu ülkenin banka güvenlik görevlileri ise, bambaşka bir mucize… İlk zamanlar her problemde şube müdürüne çıkardım. Müdür ve memurlar sık sık değişiyor, her yeni gelene kendimi tanıtmaktan bıktım. Bunu gören güvenlikçi bir gün beni kenara çekti, “Mr. Pokus, müdüre çıkmayın, ben sizin bütün sorunlarınızı çözerim, onlar geçici, ben kalıcıyım,” dedi. O günden sonra güvenlikçiye danıştım, işlerim hiç aksamadı.

Güvenlikçi çok becerikli adam, bir bakıyorum otomata sıkışan parayı çıkartıyor, bir bakıyorum bilgisayarı tamir ediyor. Jeneratörün bakımından o sorumlu, kredi isteyen müşteri için referans veriyor. Şubeyi o yönetiyor bence. Sıra bekleyen bir kadına doğum bile yaptırmış. Kız doğduğu için bebeğe onun ismini verememişler. Geçenlerde arabamın motorundan çıkan sesi beğenmedi, kurcaladı, ses düzeldi.

Türkiye, bankacılık sisteminde yeni bir model deniyor sanki. Kapıdan yönetilen bankacılık sistemi… Gözlemlerimi Amerikalı meslektaşlarıma rapor edeceğim, bilinen mesleklerin gizli etkilerini gelip bir incelesinler. Profesör olarak ben neleri eksik yapıyorum, Türk profesörlerden ne eksiğim var, işte bunları da kısa sürede öğrenmem gerekiyor. Kariyerimi başka türlü parlatamam.

14 Ekim 2014 Salı

Prof. H. POKUS'un Günlüğü - 5: "İmdat"



Türk arkadaşlarım beni çok seviyor ama birbirlerini sevmiyorlar. Düşman gibiler. Kaç gruba bölündüklerini kendileri de bilmiyor. Üniversitenin en sevilen hocası seçildiğim gün bana bir vazo verdiler. Sevinçten zıpladım, ağladım. Gerçeği sonradan öğrendim, oy birliğiyle seçilmem için rektör emir vermiş. Bunu demokratik bulmadım, vazoyu geri vermek istedim. 

Rektör beni teselli etti, eğer bir Türk seçilseymiş, üniversitenin huzuru kaçacakmış. Desteklemese bile seçimi kazanacağımdan eminmiş, o sadece sonucu garantilemeye çalışmış, inandım.

Herkes birbirini kötülediği için Türk arkadaşlarımın iyi yönlerini keşfetmek hep bana düşüyor, yoruluyorum. Bir süre önce üniversite yönetimi Türk vatandaşlığına geçmemi istedi. Nedenini sordum, yabancı kadrosundaki akademisyenlere iktidar partisinin isteklerini yaptırmak zormuş. “Burası özel üniversite değil mi?” diye itiraz ettim, “Artık özel üniversiteler de hükümete bağlı,” dediler. Türk vatandaşlığı önerisini reddettim. İktidarın baskısından korktuğum için değil, Türk arkadaşlarımın düşmanlığını kazanmamak, bir Türk gibi dışlanmamak için reddettim. Yabancı olarak çok sevgi görüyorum, böyle mutluyum.

Türklerin birbirlerine düşmanlık etmeyi nasıl öğrendiklerini biraz araştırdım. En ilginç bilgiyi apartman görevlisi İmdat’tan aldım. “Bizde düşmanlık ailede başlar,” dedi. Kendi ailesinden birçok örnek verdi. Hala, teyze, amca ve dayıları babasına, babası da onlara düşmanmış. Sayılamayacak kadar kuzeni olmasına rağmen kuzensiz gibi yaşıyormuş. Düşmanlık, büyüklerden çocuklarına aktarılırmış. Bir tek halasının kızı Satı'yla arası iyiymiş. Çünkü Satı'yla evliymiş. Türklerde akraba evlilikleri, akraba düşmanlıkları kadar yaygın... İmdat, akraba evliliğinin risklerinden korkmuyor. O da bir akraba evlliği çocuğuymuş. Durumunu anlatırken zekasından ve normalliğinden o kadar emindi ki, bilimsel doğrulardan kuşku duydum.

İmdat, ailenin en zenginiymiş, tüm akrabaları onu kıskanıyormuş. Beni ikna etmek için sahip olduğu arsa ve dairelerin tapularını gösterdi, kendimi fakir gibi hissettim ama kıskanmadım. Kıskançlık duygusuna yabancıyım. 8 kardeşi varmış. Kardeşleriyle arası iyi değilmiş ama ilişkileri henüz düşmanlık düzeyine gelmemiş. “Şimdi sırası değil, babam ölünce düşman oluruz,” sözüne şaşırdığımı görünce, “Biz miras bölüşmeyi bilmeyiz, mutlaka bir maraz çıkar, düşman oluruz,“ dedi.

Burada komşular da birbirine çok çabuk düşman oluyor. Üç gün önce apartman yönetim toplantısında kavga çıktı, otopark tartışmasının sonunda boğazı sıkılan adam “İmdat!” diye bağırınca, İmdat hemen yetişti ve adamı kurtardı. İmdat, servis için çağrıldığında genellikle ortada görünmez. Meğerse insanların ses tonundan ne isteyeceklerini anlar, boş yere kendini yormazmış. Sık sık gittiğim o güzel kafe, ortaklar anlaşamadığı için kapandı.

Türkiye’de hiç kimse kendini özgür ve mutlu hissetmiyor. Galiba özgürlüğü ve mutluluğu hep birlikte aramadıkları için böyleler. Kendilerini güvende hissetmiyor ama birbirlerinin güven duygusunu yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Türk çalışma arkadaşlarımın hepsi bana güvendiğini söyleyerek sırlarını paylaşıyor. Ben sırlarımı kendime saklıyorum, başıma bir bela gelmesin diye... Bu ülkede şimdiye kadar hiçbir şey öğrenmediysem, mutlu yaşayabilmek için Türk vatandaşı olmamak gerektiğini öğrendim.

2 Ekim 2014 Perşembe

Prof. H. POKUS'un Günlüğü - 4:"Kurban"


Türkler tatil yapmayı çok seviyor. Bence bazılarının, “Bize her gün bayram,” demeleri bu yüzden… Tatilsiz bayramları yok gibi. Kutlamalar konusunda genellikle beceriksizler. Eğlenemiyorlar. Bunun tek istisnası, Kurban Bayramı galiba. Kurban kesmeyi, sokakları kan gölüne çevirmeyi bir şenlik haline dönüştürmüşler. Kurban almak ayrı bir tören, eve götürüp kesmek ayrı bir olaymış… Kurban kesimini küçücük erkek çocuklarına seyrettirmeyi çok seviyorlar. Karısını öldüren erkeklerin çoğunlukla bıçak kullanmasına şaşmamak lazım sanki.

Kaçan kurbanlıkları yakalama oyununu anlattılar, bana çok heyecan verici geldi. Safariye benziyor. Bu oyuna katılmayı isterdim ama sağlık sigortamı riske atmak işime gelmedi. Yaralanma olasılığı yüksekmiş, her hasarda sigorta primini arttırıyorlar. Oyuna katılanların büyük bir kısmı tos yiyormuş. Bir de kendini kesen kasaplar varmış. Boğayı yere devirmeye çalışırken kalp krizi geçirenleri de duydum.

Kurban kesenlerin nedenleri farklı… Kimileri sevaba girmek için, kimileri günahlarını sıfırlamak için kurban kesiyor. Gösteriş ve taze et yemek için kesenlerde varmış. İşgal altındaki bir ülkede kurban kesmenin caiz olmadığını söyleyen arkadaşım beni şaşırttı. Apartman görevlisi danaya ortak arıyormuş, bana önerdi. Hıristiyan olduğumu söylememe rağmen ısrar etti. Bir miktar bayram harçlığı vererek danaya ortak olmaktan kurtuldum. Harçlığı alınca o suratsız adam çocuksulaştı, zorla elimi öptü. Kurban kesimini seyretmeye çağırdı, duymazdan geldim.

Türkler zamanı verimli kullanamıyor, tatillerinin çoğunu yollarda geçiriyorlar. Ucuz kurban kesmek için köylerine gidenlerin avantajı, köy ürünleriyle eve dönmeleriymiş. Üretmeden yaşamaları istenen köylüler, yalnızca kendileri ve kentlerde yaşayan çocukları için üretim yapıyorlarmış artık.
Köysüzlerin bayram tercihi, güneyin sahil şehirleri… Türkiye’de bayram tatilinin pahalıya çıktığını geçen bayram yüklüce bir otel hesabı ödeyerek öğrendim. Son yıllarda yurtdışı turlarına katılanların sayısı bu yüzden artmış. Avrupalı turizmciler, Müslüman bayramlarının en uzununu dört gözle bekliyorlarmış şimdilerde.
Bu bayram benim için de tatil fırsatı. İstanbul’un boşalacağını duyunca kararımı verdim, burada kalacağım. Tarihi şehrin insan ve araç kalabalığından bir ölçüde arınmış halini çok merak ediyorum. Eşsiz fotoğraflar çekeceğimi düşünüyorum.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -3: "Temizlik"

İstanbul’un gece hayatını seviyorum, haftanın 3 gecesi bardayım. Bazen de türkü bara gidiyorum. Orada tanıştığım insanlar, Batı tarzı barlardaki insanlara benzemiyor. Daha duygulular. Tek duyguyla yetinmiyorlar. Üzüntüden mutluluğa, halaydan kavgaya geçiş süreleri çok kısa. Bir türkü süresi kadar… Acı duyarak mutlu oluyor gibiler. Mutsuz değilim ama onlar sayesinde derdim yokken de ağlayabiliyorum artık. Tuhaf, ağladıkça içim rahatlıyor, daha çok ağlamak istiyorum. Ağladığımı gören bir kadın kendi ağlamasını kesip beni teselli etmeye çalıştı. Bu ülkede bakanların, başbakanların neden ağladığını çözmeye başladım galiba.

Bazı geceler arkadaşlarımı eve çağırıyorum, içkisini alan geliyor. Bir de zamanında gitmesini bilseler! Üstelik evi çok dağıtıyor ve kirletiyorlar. Gitmeden önce ortalığı toplamaları gerektiğini söyledim ama işe yaramadı. İçlerinden biri, “Bu iyiliğimi unutma,” diyerek bir temizlikçi kadının telefon numarasını verdi. Ertesi gün temizlikçi kadını aradım, şivesi değişikti, anlaşmamız uzun sürdü.

İstediği fiyatı duyunca dudağım uçukladı. Günlüğü, 175 liraymış. Buna 25 lira yol parası eklemeliymişim. Cumartesi günleri gelmesini kararlaştırdık. İlk Cumartesi günü sabah erkenden kalktım ve temizlikçiyi beklemeye başladım. Neredeyse 2 saat gecikti. Bu gecikmeyi ücretinden kesme girişimim sonuçsuz kaldı çünkü o yola çıktığı saati çalışmasının başlangıcı sayıyormuş. Bitiş saati de evine varış saatiymiş, trafik yoğunluğundan gecikirse, bunun bedelini ayrıca istermiş.
Aslında bütün bunlar benim kabul edeceğim şeyler değildi ama biraz çaresizlik, biraz da merak yüzünden itiraz etmedim. Yolun neden bu kadar uzun sürdüğünü sordum. Beykoz’un bir köyünde oturuyormuş. Hemen İstanbul haritasını açtım, Beykoz’la Galata arasındaki mesafeye baktım, az değildi. Üç araç değiştiriyormuş. Yan odaya geçtim, arkadaşımı aradım, neden bu kadar uzakta oturan bir temizlikçi önerdiğini sordum. “Yakında oturanını sen bul o zaman nankör herif,” dedi ve telefonu yüzüme kapattı.

Salona geçtim, çekine çekine, “Sen neden bu kadar uzakta oturuyorsun?” diye kadına sordum. Keşke sormaz olsaymışım. “Uzakta oturan sensin, ben değilim ki!” diyerek beni bir güzel azarladı. Bu felsefi söz karşısında kafam karıştı, dilim tutuldu, cevap veremedim. Kadın susmadı, suçlamaya devam etti. Daha önce Galata’ya yakın bir semtte oturuyormuş. Biz yabancılar oralarda kalmaya başlayınca kiralar artmış, onlar da uzaklara taşınmış.

Boş içki şişelerini toplarken söyleniyordu. “Keyfiniz için para harcamayı biliyorsunuz ama bize gelince para yok,” sözü bir sataşmaydı. Çok para kazanmadığımı söyledim. “İçkiyi azalt, bizim oraya taşın, kiralar 350-400 lira, ben sana orada 50 liraya temizlik yapacak kadın bulurum,” dedi. Galata’da ev sahibim tarafından kazıklandığımı düşündüm bir an.

Temizlikçi kadın bir ara kahvenin nerede olduğunu sordu, sevindim. Sevincim uzun sürmedi, kahveyi kendisi için yapacakmış. Neyse, rica ettim, bana da bir sade kahve yaptı. Sohbet etmeye başladık. Matematik profesörü olduğumu öğrenince gözleri yuvalarından fırladı. Hükümet, dershaneleri kapatmış, özel ders alanlara karışmıyormuş. Bana bir iş teklifinde bulundu, oğluna her cumartesi matematik dersi vermemi istedi. Çocuğun başarısı artarsa, temizlik ücretini yarıya indirirmiş. Boş bulundum, teklifi kabul ettim.

Her cumartesi o çocuk ve davetsiz misafir üç arkadaşına ders vermeyi belki kabullenebilirdim ama dışarıdan yemek isteyip parayı bana ödetmeleri bardağı taşıran son damla oldu. Ayrıca o kadın her geldiğinde kafasına göre evi yeniden dekore ediyordu. Hiçbir şeyi eski yerinde bulamamak sinirlerimi yıprattı. Diş macununun ayakkabılıkta ne işi var?

Son gelişinde, “İşine son vermek zorundayım,” dedim. Yüzüme baktı, güldü, “Asıl ben senin işine son verdim,” dedi. Evine kadar gelip ucuza ders verecek bir doçent bulmuş. Seneye profesör olacak bir doçent… Adam, Beykoz yakınlarında villada oturuyormuş. O villaları biliyorum, aylık giderlerine para yetiştirmek için ek iş yapmak şart, ev kirası kadar giderleri var.

Temizlikçiyle yollarımızın ayrıldığı o günden bu yana Türklerin deyimiyle, evi bok götürüyor. Apartman görevlisinden temizlikçi bulması için yardım istedim. O bana, “Buralarda temizlikçi kadın bulmak zordur, sen en iyisi kendine temizlik hastası bir kadın arkadaş bul, onunla birlikte yaşamaya başla,” dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. Ev davetlerine ara vermem geçici bir çözüm. Temizlik hastası bir Türk kadınla birlikte yaşamanın nasıl bir şey olduğunu kimden öğrenmeliyim, bilemiyorum doğrusu.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -2: Kahvaltı


Yarın kahvaltıya davetliyim. Merak ediyorum, nasıl bir kahvaltı olacak? Türkiye, kahvaltı türleri açısından çok karışık bir ülke. Her bir türünün verdiği mesaj da bambaşka. Küçük bir şehirde kahvaltı için kavurma yemeye götürmüşlerdi. Bir başka şehirde çorba içmeye gitmiştik. Mevsim kıştı, sıcacık çorba içimi ısıtmıştı, çok sevdim.

İstanbul’a dönünce Türk arkadaşlarımı bir sabah çorbacıya götürmek istediğimde kabul etmediler. Kahvaltıda çorba içmek, kırsallığın ve fakirliğin belirtisiymiş. Onlar, Van kahvaltısına gitmek istiyorlardı, katılmak zorunda kaldım. Van kahvaltısı, ülkede bulunabilecek bütün kahvaltı çeşitlerinin bir masada sunulduğu bir tür sanki. Eksiklik aradım, bulamadım. Bence jambon ve sosis gerçekten fazlalıktı ve uymamıştı. Masadaki çeşitlerden herhangi birini reddetme şansımız yoktu. Yenmeyecek, çöpe atılacak çeşitlerin bedelini ödemeye bir anlam veremedim.

Biraz bilgi aldım, Vanlı aileler, Van’da böyle kahvaltı yapmazmış. Yapmak isteseler de, çoğunun parası yetmezmiş. Van’a tayini çıkan, ailesini büyük şehirlerde bırakan devlet memurları için yıllar önce kahvaltı salonları açılmış. Önceleri çeşit azmış. Süt, otlu peynir, bal, tereyağı gibi. Hatta oralara süt evi denirmiş. Memur müşterilerin istekleri arttıkça, çeşitler de artmış. Bu kahvaltı biçimi şimdi büyük şehirlerde moda olmuş, baş döndürücü çeşide ulaşmış.

Kahvaltının modaya dönüşmesi bana çok ilginç geldi. Belki de normal karşılamak lazım, Türkiye’de modanın bulaşmadığı konu yok gibi. Şiddet, uyuşturucu, politik ve dinsel akımlar bile modaya dönüştürülmüşse, tabii ki kahvaltının da modası olur. Bir zamanlar, büyük otellerin açık büfe kahvaltıları modaymış, şimdilerde sıradanlaşmış.

Simit ve çayla yapılan kahvaltı çok yaygın. Poğaça ve çayla yapılan da öyle. Bir de börekle kahvaltı etmeyi seçenler var. Hepsini denedim, börekli kahvaltı çok güzel. En beğendiğim, Sarıyer böreği ama her yerde bulunmuyor. Kolböreği ve suböreği, tüm börekçilerde var. Birbirinden lezzetliler. Ama beni üzen bir özellikleri var, ne zaman yesem, midem alev alev yanıyor. Çok yağlı yapıyorlar. Sordum, hiçbir börekçi hangi yağı kullandığını söylemek istemedi. Bir tanesi ağzından kaçırdı, “Pastane yağı kullanıyoruz” dedi. Özel bir karışımmış, içeriğini bilen yokmuş, evlerde kullanılmazmış. Türk arkadaşlarım benim gibi rahatsız olmuyorlar. Türkler, midesi çok dayanıklı bir millet galiba.

Üzerine pudra şekeri dökülerek yenen böreği de çok beğeniyorum. Arasına bir şey konmayan en sade börek o. Adını sorduğumda, dükkân sahibi “Küt böreği” dedi. Ama bir müşteri, “Kürt böreği” diyerek buna karşı çıktı. Bir tartışmadır başladı, iki taraf da çok kızgındı. Eskiden herkes “Kürt böreği” dermiş, son zamanlarda “Küt böreği” diyenler ortaya çıkmış. Yaşlı bir müşteri, böreğin asıl sahibinin Rumlar olduğunu söyledi ama ismini hatırlayamadı. Hangisine inanacağımı şaşırdım. Tartışma kavgaya dönüşünce, polis geldi. Böreğimi bitirmeden oradan uzaklaştım.

Türklerin bütün kahvaltı çeşitlerini öğrendim diye seviniyordum ki, çalıştığım üniversitede ders vermeye yeni başlayan bir profesör arkadaştan cemaat kahvaltılarının varlığını öğrendim. Bu tip kahvaltılarda ne yendiğinin önemi yokmuş, ekonomik ve politik sonuçlarına bakılırmış. Cuma ve Pazar kahvaltıları diye ikiye ayrılıyormuş. Yeni işler yaratacağını uman işadamları bu kahvaltılara düzenli katılırmış.

Cemaat liderinin CD’lerini alan ve izleyen katılımcılar, bir sonraki kahvaltıda liderin mesajlarını yorumlamaya çalışırmış. Liderin konuşmasını birinin tek başına anlaması kolay değilmiş. Kahvaltılara sürekli gidenlerin cemaate bağış yapması şartmış. Bağış yapıp karşılığını alamayanların durumunu merak ettim. Bazıları batıyormuş.

Cemaat kahvaltılarına son zamanlarda ilginin azalması, profesör arkadaşı çok üzmüş. Çünkü devlet, kahvaltılara giden işadamlarına vergi müfettişi yollamaya başlamış. Hükümetten korkanlar, kahvaltılara gelmiyormuş artık, katılanların sayısı 3’te 1’e kadar düşmüş, toplanan bağışlar azalmış. O bağışlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki Türk okulları içinmiş. Toplanan para azalınca, okullar ayakta duramazmış. Türk profesör arkadaşım, cemaatin zayıflamasıyla birlikte dünyanın eğitim seviyesinin düşeceğini söyleyince, dünya adına kaygılandım. Benden, Amerikalı işadamlarından bağış toplayıp toplayamayacağımı sordu, yardım istedi. Amerikalı işadamlarının yalnızca partilere bağış yaptığını bilmiyordu, açıkladım. “Biz de parti kurarız,” dedi. “Amerika’da mı?” diye sordum, cevap vermedi.

Türkiye’de kahvaltı seçimi yaparken ne kadar dikkat gerektiğini çok iyi biliyorum artık. Kahvaltı alışkanlıklarına bakarak, kişilerin sosyo-ekonomik ve kültürel analizlerini yapmak mümkün. Umarım, yarınki kahvaltı klasik Türk kahvaltısı gibi olur. Peynir, zeytin, tereyağı, reçel… Belki rafadan yumurta… Ve mutlaka demlik çayı… Böylece kafam ve midem yorulmaz.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Prof. H. POKUS'un Günlüğü -1: Şanslı mıyım, Şanssız mı?

Bir süredir Türkiye'de yaşadığım için şanslı mıyım yoksa şanssız mıyım, bilemiyorum. Sanırım bazı günler şanslı, bazı günler şanssızım. Dün, iyi bir gündü çünkü trafikte dayakla veya ölümle tehdit edilmeden evime varabildim.

Türk meslektaşlarımdan biri arabada beyzbol sopası taşımamı önerdi. Önceleri aklıma yatar gibi oldu, sonra vazgeçtim. Kendi beyzbol sopasını karşı tarafa kaptırdığı için dayak yiyen sürücünün kan içindeki halini televizyonda görünce, korktum. Amerika'da ayıların hayatını inceleyen bir arkadaşımın hediye ettiği biber gazını belki çantamda taşıyabilirim.

Gözlemlerime göre trafikte en rahat eden sürücüler, cip kullanan türbanlı kadınlar. Görüş alanları dar olduğu için kavşaklarda tehlikeye yol açtıklarında bile pek tepki görmüyorlar. Nedenini sordum, çoğunun hükümetle bağlantısı varmış, insanlar çekiniyormuş. Trafiğin çok yoğun olduğu bazı günler türban takarak yola çıkmayı düşünüyorum. Beyaz tenli, koyu mavi gözlü, sakalı çok gür çıkmayan biriyim. Türban takarsam, kimse erkek olduğumu anlamaz. Ama bir de anlarlarsa, casusluk suçlamasıyla yargılanırım herhalde. Üstelik, arabamın plakasını bütün öğrencilerim biliyor. Cinsel tercihlerim konusunda dedikodu çıkarsa, Türkiye'de barınamam. O zaman da böylesi şaşırtıcı bir toplumu inceleme fırsatını kaçırmış olurum.

Saat geç olmuş, birkaç elma yedikten sonra yatacağım. Elmaları musluktan akan suyla yıkamayacağım. Apartman görevlisi, şehir suyuna deniz suyu karıştırıldığını söyleyip duruyor. Haklı olabilir, tuz dökmediğim salata, ağzıma tuzlu gelmişti 2 gün önce.

Bu apartman görevlisi çok uyanık, kafası ticarete işliyor. Oğluna, damacana suyu satan bir dükkan açtı. Çok su satmak için bizi korkutuyor olabilir mi? Gazetelerde okudum, Ankara'da musluktan akan suyu içenlerin bağırsakları bozulmuş. İşin içyüzünü belediye yetkililerine sorsam mı? Yok, en iyisi bizim konsolosluğa bir sorayım, en güvenilir bilgiyi onlardan alabilirim ancak.

id="wobsbn"> Web Analytics