8 Mart 2010 Pazartesi

Amuda Kalkmış Servet Düşmanı



Epeyce bir zamandır alt gelir gurubuna düşürülmüş orta yaşlı bir vatandaştı o. Cebinden çıkardığı amorti kazanmış iki Milli Piyango biletini yırtarak paramparça etti önce, sonra çöpe attı. Biletin yüzüne kezzap atsa veya benzine bandırıp kömür sobasında yaksa daha iyi olacaktı ancak iş işten geçmişti bir kere.

Ansızın içini tarifsiz bir huzur kapladı... Başkaları el koymadan kendine ait o minicik ekonomik değere tecavüz ederek Amuda Kalkmış Servet Düşmanı olabilmenin ilk adımını atmıştı sanki. Üstelik büyük ikramiye kazanma şansı yaratabilecek yeni bir bileti bedelsiz edinme belasından da kurtulmuştu. Parmak şaklatarak göbek attı, gerdan kırdı kısa bir süreliğine.

Şimdi sıra, diğer icapları yerine getirmekteydi. Hedefinde, dişine uygun servet sahipleri vardı. Örneğin; eczacılar, işçiler, bakkallar, emekliler, çiftçiler, atölyeciler ve sair varlıklılar... Birileri çıkıp onların pek de zengin olmadığını, servet düşmanlığının milletin kaynaklarına el atarak sarkıntılık eden kişi ve kurumlara karşı sergilenmesi gerektiğini söyleyebilirdi. Ancak bu bakış açısı günümüzde çok saçma kaçıyordu.

O niye amuda kalkmış bir servet düşmanıydı artık? Çünkü son 6–7 yıldır algısıyla fazlaca oynanmıştı. Anteni kırılmış transistorlu radyo gibi parazit yapacak düzeyde hem de... İnkâr edilemezdi, en abuzambak kavrayışları bile geçerli kılacak sarsılmaz inançlardan söz açılıyordu, egzozu ayarsız halk otobüslerinde.

Suni döllenmeyle oluşturulan gayri milli iradenin bir parçası hâline getirildiğine göre, o da diğer Amuda Kalkmış Servet Düşmanları gibi yeni inançlar çerçevesinde her şeyi sıfırdan sorgulamalıydı. Somut örneklemek çerçevesinde... Faraza, ilaçlar daha önceleri neden pahalıydı? Doymak bilmez eczacılar yüzündendi bittabi ki...

Böylesi bir yargıya varmak kolay iş miydi? Fiyatları, ilaç firmaları ve devletin ortaklaşa belirlediğini yok sayıp, bu haltı eczacıların tek başlarına yediğini, kazancın büyüğünü cebellezi ettiğini var saydığı an kolaylaşıyordu. Gıcık kaptığı eczacı komşusunun son zamanlara kadar iyi bir hayat yaşaması, başka nasıl açıklanabilirdi ki… Borçlanmadan çocuklarını okutmakla kalmayıp, ev sahibi de olmamış mıydı? Olmuştu köftehor...

Servet sahipliği ve düşmanlığı, bazı kendini bilmezlerin geçmişte anladığı gibi değildi artık. Klasik model düşmanların gözü öteden beri büyük kişilerin ve büyük şirketlerin zenginliğinde olmuştu hep. Ama onların ıskaladıkları önemli bir husus vardı: Yasal ve siyasal çerçeveye oturtma meselesi... Büyük götürmenin kanuni ve politik düzenlemeleri amuda kalkmış kadroların gayretleriyle yerine getirilmişti ve giderek de pekiştiriliyordu.

Dahası, klasik servet düşmanlığının kazancı da, itibarı da pek kalmamıştı. Vekil babaları tarafından organize desteklenen yeni yetme girişimcilerin zenginliklerine karşı servet düşmanlığı yapmak günümüzde çok riskliydi. Dolayısıyla büyükten ve forsludan yana olmayan küçüğün hâli dumandı. İnsan, düşmanını akıllıca seçmeliydi öyleyse. İşte bu nedenle, Amuda Kalkmış Servet Düşmanlığı’na sığınma gereksinimi duymuştu ansızın…

Düşünme faslına ara verdi, gözlerini ev eşyalarının üzerinde gezindirmeye koyuldu... Pencereden aşağı atıp kırabileceği değerli eşya arayışındaydı. Gözü önce televizyona, sonra bilgisayara ilişti ancak onları dördünce kattan aşağı fırlatma şansı kalmamıştı. Çünkü o eşyalar kendisine ait değildi artık. Borçları nedeniyle haczedilmiş ve satış değerleri depo masraflarını karşılamayacağı için yed-i emin sıfatıyla yine ona emanet edilmişti...

Acı gerçekler onu frenleyebilir miydi? Hayır, çünkü Amuda Kalkmış Servet Düşmanlığı akut dönemindeydi, kendini durdurmayı bu yüzden beceremedi. Mutfağa koştu, eline geçirdiği bir düzine yumurtayı kaptığı gibi lavaboya kırdı, onların pis su borularına doğru yavaşça akarak gözden kayboluşunu zalimane bir duyarsızlıkla seyretti.

Köklü bir kavramı, nasıl olmuştu da bir anda amuda kaldırabilmişti peki? Biraz zorlanmıştı ancak vicdanını taraflı bir operasyonla askıya aldırır aldırmaz, küçük servetleri hacamat etmenin kapıları ardına kadar açılıvermişti önünde. Mantık kaybı yaşaması kaçınılmazdı dolayısıyla. Canını sıkmaya devam ederse, muhakemesinin son kırıntılarını da tamamen askıya aldıracaktı.

Motivasyonunu arttıran temel prensipleri unutmamaya çalışıyordu. Özellikle de temel ilkeyi... Servet, servetti... Onun büyüğü küçüğü olmazdı... Asgari ücret düzeyindeki küçük varlıklar bir araya geldiğinde bile dudak uçuklatan rakamlar ortaya çıkabiliyordu pekâlâ. İnsan çok lüks bir hayat yaşayamıyorsa, orta karar konfor istemek yerine, en azını kabullenmeliydi.

Yumurtalar artık kanalizasyon hattına kadar ulaşmış olmalıydı, oturma odasına geçti. Bir sigara yakınca, aklına Tekel geldi: Tekel işçilerinin toplu sözleşmeler sayesinde geçmişte aldığı yüksek zamları hatırladıkça hâlâ tüyleri diken diken olmaktaydı. Hiçbir zaman sendikalı olamamış, işçi statüsünde çalışanları hep kıskanıp durmuştu. Direnen tekel işçileri dirençsiz hâle düşerse, Amerikan menşeli lale devrinde sendikalı olmanın mekruhluğu da sağlam bir kanıta kavuşacaktı inşallah.

Ya bakkallara ne demeliydi? İşlerinin bitirildiğini, ekonomik hayatın kılcal damarlar olmaksızın da sürebileceğini neden kabullenmiyorlardı? İnsan vücudunun işleyişini örnek göstermeleri anlamsız kaçardı çünkü yalnızca ana damarlarıyla yaşayan bir farenin laboratuar koşullarında yaratılması an meselesiydi... Tıpkı ilaç deneylerinde olduğu gibi farelerden sonra sıra insanlara gelirdi mutlaka.

Evden dışarı çıktı, sokakta ağır aksak yürümeye başladı. Yolda para bulma korkusuyla artık önüne bile bakmıyordu. Bu nedenle birçok kez tökezleyip yere kapaklanmıştı. Devren kiralığa çıkarılan,“Tasfiye ediyoruz” afişiyle indirim yapan, aylardır boş bekleyen dükkânları gördükçe keyiflendi.

Dükkânının önündeki sandalye üzerinde pinekleyen bakkalla selamlaşma arzusunu engelleyemedi, öksürerek onun rahatını bozdu. Rahatlık da bir nevi servet değil miydi? Tabii ki öyleydi. Tavşan uykusu bölündüğünde sesi çıkmayan hatta gülümsemeye çalışan o adamın da, kendisi gibi Amuda Kalkmış Servet Düşmanı olduğunu anımsadı. Çünkü o mini girişimci, iflas ediyor olmaktan hiç şikâyetçi değildi. Üstelik ilk seçimde yine aynı partiye oy vereceğini söyleyip duruyordu övünçle.

Siyasi tercihini gurur meselesi yaptığı için, kuyruğu dik tutmak uğruna tabanları havaya dikmeye razıydı bu bakkal… Kısacası, kolay pes edecek bir servet düşmanına benzemiyordu. Kötüleşen durumu gözüne sokulduğundaysa, “Haklısınız ama oy verilecek bir başka parti var mı ki?” diye savunurdu kendini her daim. Daha kötüsünü bulamamaktan korkuyordu galiba.

Kötünün iyisi yerine, kötünün kötüsüne prim vermeden amuda kalkmayı becermek mümkün müydü? Artık değildi... Son tahlilde hemfikir olduğu bakkalla uğraşmasına hiç gerek yoktu, aksine onun tarzına hayranlık duymaktaydı. O adam geçmişte kazandıklarından dolayı zaten suçluluk duyuyor, geleceğinin yok edilmesini tevekkülle karşılıyordu.
Marketi geride bıraktı, ani bir manevrayla eczaneye yöneldi. Bunca suçlama ve aşağılamaya rağmen kendisini değerli gören eczacının moralini bozacak, hâlinden hicap duymasına yol açacaktı elinden geldiğince. Eczaneden içeri girdiğinde bozguncu eczacıyı ağzı kulaklarında gülümserken buldu. Şaşırdı... Niyeydi bu neşe acaba? Çok geçmeden acı gerçeği öğrendi: Eczacılar örgütlü olmanın, yaygara çıkarmanın semeresini almış, Sosyal Güvenlik Kurumu’nu dize getirmişlerdi. Demek ki ana muhalefet partisinden daha etkiliydiler... Yargı krizi çıkarıldığı için hükümetin yaşadığı bu başarısızlığın fazlaca dikkat çekmemesi, tüm Amuda Kalkmış Servet Düşmanları için teselli kaynağıydı aslında.

Amuda kalkmışların iflas edenler için zikrettiği “Daha önce kazandıklarına saysınlar!” özlü sözü içinin yağlarını eritiyordu. Hızını alamadı, önüne çıkan bir kediye tekme attı, ardı sıra köpeğin birini taşladı... Oysa eskiden sokak hayvanlarını ne çok sever ve kollardı... Amuda Kalmış Servet Düşmanı olmasıyla birlikte ortaya çıkan bu tavrına anlam vermekte zorlanıyordu. Hayvan sevgisini de mi servetten sayıyordu acaba? Herhalde öyleydi...

Yeşil kart rüşvetiyle amuda kaldırılmış bir komşusunu görünce sevindi. Sigortasız işçi cennetinde emeklilik yaşının yükseltilmesini en çok destekleyenlerden biri oydu çünkü. “Bu karar beni etkilemiyor” derken, çocuğunun istikbalini umursamamayı kusursuz beceriyordu maşallah. Her koyun kendi bacağından asılırdı ne de olsa. İnsanları birleştirmenin en zahmetsiz yolu ortak amaçlar bulmak değil, ortak düşmanlar yaratmaktı. Çalıştırdıkları adam sayısıyla övünen kendini beğenmiş işverenlerden hiç hoşlanmıyordu. Onların çöküşünü, açıklanan karşılıksız çek ve protestolu senet listelerindeki artıştan izlemekteydi...

Türk ekonomisindeki olağanüstü gelişmeyi simgeleyen Müslüman, Ortodoks, Katolik ortak teşebbüsü hipermarketin yanından geçerken çok gururlandı. Borç bulacağından emin olabilse, girip hemen alışveriş yapacaktı. Bedenine jilet atan, tiner koklayan sokak insanlarını kendine daha yakın hissediyordu artık. Baş siyasetçinin eşine ait olduğu söylenen hastanenin önünden geçerken, havaya taş atıp altına girmek suretiyle kafasını yarma isteğini zorlukla önledi. Böylesi bir jest parasız yapılmazdı.

Kaldırımın üstünde sızıp kalmış genç adam, evsiz barksızdı büyük olasılıkla. Ona hiç acımadı... New York sokaklarında yaşayan onbinlerce insandan merhamet duygusuyla bahsedildiğini hiç duymamıştı çünkü. Biz o uygarlık seviyesine ne zaman ulaşabilecektik acaba?

Düşmanlığı hak edenler arasında, az para harcayarak çok zevk alanlar da vardı. Sınırları aşan bir örnek vermek gerekirse, Arjantinliler... Bu milletin üyeleri, yaşadıkları ağır sorunlara karşın dünyanın en mutlu insanları arasında yer alıyormuş meğerse. Yalnızca onlar mı? Karnavalcı Brezilyalılar ve yurt içinde Latin dansları müptelası Türkler... Yaşam sevinci aşılayan danslara tez zamanda alkollü içki muamelesi yapılmalıydı. Salsa heveslisi bir cemaat üyesini hayal etmeye bile tahammül edemezdi, her ne kadar ruhunda ayak oyunlarına yatkınlık bulunsa da.

Ansızın aklına hukuk kavramı geldi. Amuda kalkmış servet düşmanları için ayak bağı olan bu kavram; yasaklama özgürlüğünü kısıtlıyor, antidemokratik demokrasiyi baltalıyordu. İçi daraldı, hukuksuz uygulama haberleriyle beslenmek üzere bir gazete bayiinin önünde dikilip, bedavadan manşetleri okumaya başladı. Haramlığı ortaya çıkmasın diye müftülüklere danışılmadan salınan dolaylı vergilerin ve içeri alınacak kişilerin listesi yine çok kabarıktı…

Mutluluk içinde evinin yolunu tuttu… Apartmana girdi, asansöre bindi… Dördüncü katta inecek olmasına rağmen onunca kata kadar tüm düğmelere bastı. O indikten sonra asansör her katta boşu boşuna durarak en tepeye kadar varacak, bu nedenle birçok komşusu zaman kaybedecekti. Zaman da bir nevi servet değil miydi? Belki de servetlerin en büyüğüydü. Öyleyse, Amuda Kalkmış Servet Düşmanları için toplumu oyalamaya yönelik her yol mubahtı...

Ali Sefünç

2 yorum:

Unknown dedi ki...

YÜREĞİNİZE,KALEMİNİZE SAĞLIK ALİ BEY.'DUR BAKALİ NE OLACAK' KADERİMİZE VE KADERCİLİĞİMİZE RAZI OLMUŞ BEKLİYORUZ...

SEYMA dedi ki...

Bazi yazarlar vardir ,kalemleri kagida degdigi an ``IZ`` birakmaya baslar .Bu özel inanlarin kalemlerinden cikan yazilar her okundugunda yeniden ``düsünmeye``davet eder.Su anda böyle bie yazi okudum .Paylastiginiz icin cok tesekkürler. Basliktaki cizime eslik eden adamin ``uykusu ``na imrendim, cok rahat ve kaygisiz bir hali var..:) Ama yazinizda da belirttiginiz gibi ``Zaman```da bir servettir, ve Amuda kalkmis servet düsmanlari icin toplumu oyalayarak bu serveti de tüketmenin her yolu mubahtir..cümlesinden yola cikarsak ,bu sekilde daldigimiz uykular ile nelerimizi yitirdigimizi düsünmek bile istemiyorum Sevgi ile kalin ,akliniza saglik :) SEYMA

id="wobsbn"> Web Analytics